1. Kısım
Christopher Nolan’ın “The Prestige”i benim çok kıymet verdiğim bir filmdir. İllüzyon “sanatına“ (hadi öyle diyeyim) ilişkin, “Are you watching closely?” sorusu ile başlayan, sonunda yine o soruya dönen, yanıt öneren bir film. Önerdiği yanıtı “Hayır, çünkü kandırılmak istersin” diye özetleyebiliriz; ama görmediysen bu filmi, mutlaka gör sevgili okur. Neden kandırılmak isteriz? Bu önemli bir şey.
“The Prestige”, illüzyon üzerine Edward Norton’un ortalama ve keyifli filmi “İllusionist”ten çok daha derinlikli düşünen-hatta sadece “düşünen” demeliyim belki, İllüzyonist için sadece malzemeyi “kullanan” demek daha doğru olur gibi- bir film idi. Hatta bence, resmen felsefi bir bakış geliştiriyordu mevzuya; hikâye bu bakışın hizmetindeydi. (Söylemezsem ölürüm: Inception’ın sıkıntısı da bence bu idi, tıpkı İllüzyonsit gibi malzemeyi kullandı Nolan orada. Rüya da iyi malzeme ha!)
Filmdeki esas oğlanlardan biri, ünlü bir illüzyonist, tabancadan çıkan kurşunu eliyle yakalıyordu. Karısı hayranlık duyduğu, hatta dibinin düştüğü bu numaranın sırrını ısrarla sormuştu. Uyarmıştı karısını adam: sır dile gelirse, hiçbir büyüsü kalmaz, diye. Devamı, sinemada izlediğim en güzel “an”lardan biri olabilir: Adam nasıl yaptığını açıklayınca, kadın iğrenç bir sırıtışla “Puf” deyip hemen başka bir konuda konuşmaya başlıyordu. Adamın o andaki hissi hakettiğini zannetmiyorum. Çünkü illüzyon gösterileri, bize verdikleri o merak duygusu içindir zaten!
“Aaa, bu nasıl mümkün olabilir?” gibi bir soruyu sordurmanın insanlığa büyük bir hizmet olduğunu herkes göremez; ukalalık yapayım, ben görürüm arkadaş!
Gerçeğin güvenilir, değişmez, kuralları ve ilkesi belli bir düzen olduğu yanılgısı, tarihten geçen onca dahinin elele verip yine bizi vazgeçirmeyi başaramadığı şey! Evet, deha, maalesef bize gerçeğe yakışan en sihirli iksirin “turp suyu” olduğu bilincini veremedi. Kendimize çok acıklı şekilde, “acccayip” güveniyoruz. Hayali, rüyayı, sanrıyı, silindikçe güzelleşen “anı”yı küçümsüyoruz. Halbuki bunlar, dünyanın başka başka yüzleridir; gerçeğin etrafını çevirirler ve “Biz de varız” derler. “Burası bizim de evimiz!”.
İllüzyon bu nedenle büyülü bir şey değildir elbette! Bize, sınır duygusunu yaşatır, dünyanın gerçek olmayan sakinlerine kayar aklımız. Gerçeğin sınırına karşı küstahlaşırız. Ama tabii, bazılarımız, bütün bir vücudu onulmaz yaralarla örtülü, öylece gerine gerine sokaklarda dolaşan eciş bücüş korkaklardır. Onlar sevmezler hiç bu sınır turlarını, olsa olsa tatsız tuzsuz salatalarına rendeleyecekler kıpkırmızı canım turpları!
Yavaş yavaş Aref’e geliyorum, önce bir slogan atayım da.
“Bana bir tek soru sorduranın bin yıl kölesi olurum”
2. Kısım
Cem Yılmaz’ımızın David Copperfield Türkiye’ye geldiği zamanlar şovunda söylediği bir şeyler vardı, hatırlar mısın ey insan? “Bu adam uçamıyor, hilesi var” şeklindeki söyleme hitaben, “Uçsa muhatabı sen mi olursun yavşak?” cümlesi ile özetlenebilecek açıklamalar yapıyordu. Espriler demiyorum, açıklamalar diyorum. Cem Yılmaz bence saptamalar yapıyor, bunların komik olması ayrıca bir şey. Bence yani. Neyse.
İllüzyon ile ilgili bir gündem var bugünlerde ülkemizde, bir Tv programında, yarışmacı olarak katılan Aref Ghafouri ile ilgili. Aklıma yukarıda yazdığım şeyleri getiren ve günlerdir umurumda olan bir gündem bu. Youtube’da, gazetelerde “Aref’in sırrını” çözen yazılar, videolar. Kendilerine çok öfkeliyim ama yine de nezaket sınırlarını aşmadan saldırmaya çalışacağım. Nazik ve edeplice giydireceğim, elbiselerini.
Bir kere, Cem Yılmaz’ın söyledikleri aynen geçerli.
İkincisi, illüzyon denen alanın özü budur, Aref denen çocuğun ermişlik iddiasında olduğunu düşünmek, ancak embesillikten muzdarip bir zihnin eğilimi olabilir. Çocuk diyor ki, “Aylardır çalışıyorum buna, inşallah olur”. Ha, ne demek o, bir metodu var, çalıştım ve yaptım demek. “Çözerim ben bunu lan, Aref’i de oturturum olduğu yere” iddiasındaki anlaşılması güç “emek”ten söz ediyorum. Hem gördüğün gibi, Aref senle benle aynı yere oturmuyor. (Numarasında bir bölüm vardı, altında sandalye filan olmadan oturuyor!)
Birilerini tükete tükete, yapılmış olanı çürüte çürüte var olma gayreti, tarihte ilk değil. Ama alışmıyoruz, alışmayacağız. Biz, rahatsız olabilen zihinler, alışkanlıklara düşmanız!
Aref bir popüler kültür ikonu oldu, yaptığı şeyi çok etkileyici biçimde yaptı çünkü. Ben de izledim, “Bravo lan” dedim. “Ohaaağ” dedim. Ama esas mesele, Aref yahut başkası değil. Esas mesele kör oldukları hâlde onlara bahşedilmiz o uzun uzun çomaklar! Bu da bizim sınavımız ey insan, bu da senin sınavın! Kör iken bile nereye sokacağını bulabileceksin, diyor demek ki yaradan, hikmetinden sual ne gerek. İlgiyle izliyoruz gittiğin yolları.
Dünyada o büyük yangın başlamadan, vaadedilen fırtına kopmadan aklı başa toplamayacak kimi insan. Bu çok açık. Ama Copperfield, Christopher Nolan, Cem Yılmaz ve dahi o gazete haberlerini görünce “Iyk” diyebilecek yetenek ve duyarlıktakiler de “insan”. İşte hayatımın kısır döngüsü. İşte tez ve dibinden ayrılmayan antitez. Ve kutlu kıyameti beklediğini zannettiğim o sentez, ey sentez!
Öyle işte, kafam biraz takılmıştı bunlara da!
Eline saglik. Ama bir de su filmi izle:
YanıtlaSilhttp://www.imdb.com/title/tt0775489/
Fransiz animesi... Ama ne olur izle, life is good hatirina :)
konuyu çok güzel özetlemişsiniz.. bravo.. birgün işyerinde "ya dün televizyonda Aref diye bir adam çıktı, gördünüz mü? çok fena.." girişi yapmıştım ki bir kaç gün sonra işarkadaşımdan bir link geldi.. "Aref'in sırrı çözüldü.." aynı şey.. çok bozulmuştum.. bir de şöyle bir durum var.. yazının altındaki tek yoruma dikkat lütfen:)
YanıtlaSilhttp://lunalinka.blogspot.com/2011/01/magic-necmiden-kurtuluyoruz-aref.html
Toz bezi, bulacağım izleyeceğim. life is good'un hatırı büyüktür =)
YanıtlaSillunawar, Hohoy! Ben o yoruma ne diyeyim şimdi... Garipsemedim de ama, var, cins cins adam var dünyada. Peh. Ama "Yaşasın magic Necmi'den kurtuluyoruz" çılgınlığına katılmamak elde değil.