Kasım 18, 2011

Damla Sakızlı Türk Kahvesine Giden Yolda Neler Mübahtır?

Bu oturmakta olduğum kanepeden kalkmak için evvelinde bilgisayarımı kucağımdan çekmem lazım. Çekelim. Kalkıp antreye yönelmem lazım. Ama biliyor musun sevgili okurum; ben öyle bir kişiyim ki bu saydığım iki basit eylemi aklımdan hiçbir anı-kaygı-telaş-vs geçmeksizin yapmam olanaksız. Rabbim de beni böyle yaratmış.

Antre dediğim minicik bir koridor, sonu mutfak. Ocak, cezve. Biraz su ve kahve. Azıcık şeker. Ah, ne zor bir araya gelecek şeyler. Biliyorum, içinizde bazı şanslılar var, onların hayatlarında bu tür basit şeyler şakır şakır olur biter. Oysa, benim naçiz matematiğimde bir fincan damla sakızlı Türk kahvesi bir dizi büyük fedakârlık eder. İçimdeki utangaç kız dile gelir, "Hatırlamayı göze alıyorum", "Ne çağrışırsa çağrışsın anasını satayım!" der. Hadi demesin bakalım.

Kokuyu önceden hayal etmek var mesela bir de. Zihinden geçecek kaygılar maygılar dışında bir de bu var. Kahve kokusunu bu kadar seven ben, minicik bir koridorun bir yerinde dayanamayıp düşüp kalsam ne olur? Ne olacak, gülersin! Gülme sevgili okurum! Az sabır değil benim için o beş dakika. Kısık ateş, beş dakika. Harlandırsana ateşi, harlandıramazsın! Kötü olur kahve o zaman diğ mi? Zaten köpük miktarı en büyük utancımdır bu hususta. Uzadıkça uzuyor, ucu gelmiyor elimize baksanıza.

Ama işte, mübah, hepsi mübah. Yaşa sen zamanında abimin askerden dönerken Kıbrıs'tan getirdiği çiçekli fincan; şimdi gelip kaygıyla, telaşla ah bir de kısmet olursa eser miktarda köpükle dolduruyorum içini.

Saygılar.

Kasım 16, 2011

Ah! Yeniden Merhaba!

En son neredeyse 2 ay evvel yazmışım.Blogumu unuttum mu? Yazmaktan sıkıldım mı? Hayır, hayır, yüz bin kere hayır!

Değişiyorum. Saçlarım uzuyor, uzadıkça uçları ince ince kalıyor, zayıflıyor. Kafam karışıyor, karıştıkça ufak tefek gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Hafızam kendini topluyor, ne demekse, ama öyle yapıyor.

Değişiyorum. Tembelliğim üstüne evvelden hiç düşünmediğim şekilde düşünüyorum. "Mücadele" nedir, soruyorum kendime; ve kime karşı verilir? Kalp kıranlara karşı mı? Değil. Yolumuza çıkanlara karşı mı? I-ım. Olsa olsa kendimize karşıdır, ancak kendimize karşı. Bunu çok söylerler; azıcık edebi olma kaygısının ilk meyvesidir kendisi. Ama ben ciğerimden söktüm yazdım onu ey sevgili okur. Mücadele dediğin, en azından benim için "kendinle" olacak bir şey.

Yakın zamanda -hem de pek yakın- en sevgilim sordu: "Bu kadar mı zor?". Düşünüyorum düşünüyorum. "Zor" diyorum cevaben, içimden. Ama "Evet, bu kadar zor!" diyecek kararlılığa da cesaretim yok, o kadarına yüzüm tutmuyor. O kadar zor olamaz. Peki o zaman, hadi?

Ah sevgili okur. 19 Eylül gününden beri habire değişiyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Şu anda önümde yine kendi elimle boyadığım kapkara bir duvar: doktora tezim için epeydir hiçbir şey yapmadım; üstüne bir de önümüzdeki ay ilk komiteye hesap vermem gerektiğini öğrendim. Herhalde ölüm yok diyorum ucunda. Çözümü de ilk defa "çalışmak" olarak değil, "rahat olmak" olarak tanımlıyorum. Çünkü rahat olsam, çalışabileceğim zaten! "Neden çalışmıyorum" gibi bir plak kafada döndükçe, azim denen şey gelip seni bulmuyor. "Bir şey yapmadım hocam". Ama işte, yapmadıysan yapmadın, insan öldürmüş gibi hissetme kendini ya-hu! Diğ mi?

Ahh sevgili okur, bu söylediğim karman çorman şeylerden bir tek şunu anla: değişiyorum. Adamın teki, bir nehre bakarak anlamış bunu zaten antik zamanda. "Antik" de negsel kelimeydi be, eskiden çok duyardım. Neyse. Bakmış nehre, "Akıyor lan bu!" demiş, "Bir daha yıkanılmaz da şimdi bunda ha!". Doğru, bende bir daha yıkanılmaz sevgili okur. Eskiden tanıdığım, bugün hafızamın ölmez misafirleri olmuş hiç kimse bende bir daha yıkanamayacak. Değişiyorum ben çünkü, akıyorum. Yeni bir insana doğru akıyorum. Bak şimdi bunu da hatta neye bağlıyorum:

Ben seneye bu zamanlar, eğer büyük bir fırtına çıkıp ortalığı dağıtmazsa, bir başka insan olacağım. Başka bir soya bağlanacak adım. Her sabah kalktığımda, kendime yeni bir sürpriz yapacağım: "Bak, burada işte!".

Ah sevgili okur. Ah.