Ocak 31, 2011

Uykusuzluk!

Saat sabahın üçü. Dün tam 13 saat uyduğum için gözlerim fal taşı sevgili okur. Bir ara kestirdim, o kadar. "Ne yapsam ne yapsam"lar içindeyim. Hafta içinde yapılması gerekenler ip gibi dizildi, sinir bozuyor. Kahvem kuzu kuzu termosta beklemekte. Termoslarla bir türlü barışamamışımdır hayatımda. "Soğur o yaaaaa"dan kurtulamamışımdır. Bakalım mesela. Evet işte, ıpılık! Gerçi 4 saat mi ne oldu. Nedir bir termosun sıcak tuttuğu süre acaba. Belki gülüyorsun, beni çok cahil buluyorsun. Öyleyimdir sevgili okur, çok cahilimdir, bu gerçek.

Uyku gelecek mi bu gece acaba. Gelsin, lütfen gelsin. Ama gelmezse, bil ki ey insan, sabaha kadar kara kara düşünüleceksin.

Ocak 28, 2011

Neye Niyet ki Buna Kısmet?


"Weekend at Burnies" diye bir şeyin afişi bu. Nedir bu Börniiz'de hafta sonu, bilmiyorum. Haftanın sonuna dair bir resim mesim bir şey bulayım ümidiyle aramaya çıkmıştım motorda. Bak Allah'ın işine ki, hafta sonu ile zerre ilgisi olmayan bu güzelim şeyle karşılaştım.

Parmaklarla da görelim anasını satayım. Elimizle gülümseyelim. Bu haftanın sonu da böyle gelsin, onu biz böyle getirelim.

Bakalım evet, dünyaya bakalım! Mühim olan bu. Dünyaya bakmaktan ağrıyan gözlerimizi, bu şahane fotoda gördüğümüz yepisyeni yöntemle dinlendirip bu arada dünyaya bakmaya da bir fasıla vermemiş olalım. Bak bak bitmez bu dünya çünkü. Anla anla bitmez. Çöz çöz gelmez gerisi. "Anlam", der sevinirsin, bağlanmaz hiçbir yere. Islık çala çala devam etmeli işte. Bir de, yaz gelince gezmeli. Sırtına çantanı taktığın gibi, dünyaya bakmaya gitmeli. Buradaki de dünya tabii, ama yet-me-me-li.

Bu cuma benim için güzel bir haberle geldi sevgili okur. O yüzden arama motorundan haftanın sonuna bir güzelleme aramış idim, olmadı. Ama yeni bir yöntem bulduk bakmaya, fena mı? Sen bu hafta sonu benim gibi yap: Uzun uzun düşün. Kendine bir daha bak. Zamanla arayı düzelt, talihin hatırını al. Epeydir uğramadığın kendilerinle -yoksa senden bir tane mi var?!- bir hasret gider. Bu haftanın sonunda ışık var. Hani o tünellerin ucunda kimi zaman arz-ı endam edip de karanlık filmlere nefesler aldıran ışık. Bu haftanın sonunda.

İsa'nın doğuşundan 2011 yıl sonra, dünyanın dengesi bozum bozum bozulmuşken, yine de bu kış ayının sade, kendi hâlinde, başını elleri arasına almış sımsıkı susan bu güzelim hafta sonunda senin benim gibiler için ışık var. Hadi!

İsim Uydurma Oyunu


Ey insan!

Geçenlerde, hamile bir akadaşım, 4 ay sonra dünyaya gelecek olan kızının adını "Miraç ırmak" koyacağını söyledi. Şimdi yok, ama bir gün böyle bir insan olacak.

Evet, aynı ismi taşıyan insanlar mevcut, fakat yine de isim denen şeyin esas olarak "biricikliğe" işaret ettiği kesin. İşte özellikle bu yüzden, isim uydurmak gibi bir oyunu hep sevmişimdir. Bebeklere isim koymakla başlar bütün küçük kızlarınki zaten ama benimki hâlâ devam etmekte, bir ilginçlik varsa ancak bu kısımda.

İlkokul 1 yahut 2'den bir anım var. "Yakalamacılık" oynarken kafamda bir taraftan başka bir senaryo işletiyordum. Bu da sevdiğim bir şeydi, karşımdakine anlatmadan takılırdım kafamın içinde. Evvelki bir karalamamda demiştim ki; "Benim hayatım kafamın iinde geçti". Boşuna değildi. Sebepleri mevcuttur. Neyse efendim, yakalamacılık oynarken diyordum, okul bakçesinde kan ter içinde koşturduğum arkadaşlarımdan Ayşe'ye "Fundaaaaaaaaaaaaaaağ! Fundaaaaaaaaaaaaağ!" diye bağırdığımı katırlıyorum. Kız kendisine seslendiğimi anlayınca şaşırmıştı. "Ne diyosun sen be" gibilerinden bir şey söyleyip beni bozmuş olmalı; hatırlayamıyorum pek. Funda ismi de, oyuncak bebeklerimden en yeni olanına verdiğim isimdi o zaman. Çok havalı bulmuştum. Ama nereden duydum, nasıl koydum bebeğime vs oraları hiiiç hatırlamıyorum.

Bugünlerde devam da ettiğini söyledim bu oyunun. Ediyor gerçekten. Bu "Arda Sedefçigil" benim gerçek adım değil mesela. Bir sim uydurmak, sanki yeni bir hayata başlamak gibi... "Canan Yenihayat" olmuştum bir süre. Bugün "Leylâ Serin" oldum.

"Oldum" ne demektir ama? Gidip makemeye başvurup adımı değiştirmiyorum elbet. Oraya buraya karaladığım şeylerin altına adımı yazarken filan kullanıyorum. Yahut sanal bölgelerde. Bu yaptığım şeyin bana büyük heyecan verdiğine inanabiliyor musun sevgili okur? Sen de denemelisin hatta belki de.

Ocak 26, 2011

Taptaze Akşam Saptaması

Seni yanlış anlayan birine "Beni yanlış anlıyorsun" demenin olanaksızlığı! Zira ne desen anladığı gibi anlıyor; anlattığın gibi değil.


Eski bir defterimde geçen gün birkaç satır bir şey gördüm. Şöyle bitiyordu:

"Şu çaputu yarana sar
Gene yanlış anladılar"

Ocak 25, 2011

Zaman Geçmeyi Bilmez Olur mu Hiç?

“Zaman geçmek bilmiyor” diye nahoş bir deyimimiz var değil mi ey insan? Senin de, benim de deyimim. Ortak bir varlığımız bi’ yerde. Ama bak ne manasız.
Zaman nedir? Her yaraya ilaçtır. Her şimdiyi “geçmiş”e çeviren değnektir, sihri batasıca. Evet evet eni konu kötü bir şey gibi algılıyoruz. Çelişkili gelmesin rica ederim; “ilaç” dediğim bir şeye kötü de diyebilirim. Nasıl mı? Bana onun ilaç olduğunu söyleyenlerin beni avuttuğuna kani olursam pekâla diyebilirim. Yani bu zaman denen şey bütün dualarımıza rağmen akıp giden, bizi hiiiç mi hiç dinlemeyen şey değil mi? Kaçırdığımız o meşhur “tren” bizzat bu mel’un değil mi? Eh, nasıl bilmesin bu geçmeyi şimdi yauv?
O değil de, ofiste yapacak bir şey yoksa, zaman da geçmek bilmiyor ha!
=)

Ocak 23, 2011

Metin Altıok'tan.

"Kapayıp gözlerimi, yürütürüm seni. Yürürsün sen çarşılarda, pazarda. Ben tam uykuya dalarken, burkulur ayağın."

"Birer Kibrit Çakımı"ndan.



Evet sevgili okuyucum, hayallerin de bize ihtiyacı var!

Bugün İstiklâl Caddesi’nde Ne Yok?

(Saat 17.00)


Bugün, ne kadar zaman sonra İstiklâl Caddesi’ndeyim. Evet, bunları yazarken, ordayım. Burdayım. Püff. Bir burada oluyorum, bir orada. Ey okur, senin gerçekliğinden samimi bir hitap mı seçsem, kendi penceremden hiç vazgeçmeden ne isem o mu olsam. Ah İstiklâl, saçmalayayım ne olacak! Hiç olmayan bir şey mi. İyi geliyorsun bana nihayet!
Ocak ayının da gitmesine az bir zaman kala kış ile İstiklâl’in arası nasıl diye bakıyorum da... Kar yokken kışı göremediğimi farkediyorum. Çok odunlamasına bir bakış bu tabii. Kar yoksa kış da yoktur, gibi. Halbuki üşümenin gerçeği var. “Ssst” diye bir sesi var üşümenin. Şarkıları var. Belki hayatımda hiç duymadığım bilmeceleri, tekerlemeleri. Dünyanın dillerinde üşümenin muhakkak ki sandığımdan daha fazla izi var. Ama ben gözsüz kıcağıza bugün, kışın İstiklâl’de bir görünürürü yok. Üşüme var tamam ama, kar yoksa ben anlamam kışın burada olduğunu, evet, hiç oluru yok.
Evet, 23 Ocak 2011 günü, ben Arda Sedefçigil için İstiklâl’de kış yok. Bu bir.
Soğumuş kahvem fincanımda heyecanlı kavuşmamız için beni beklerken hemen karşımda, oturduğum kafenin kapısından görünen cadde var. İnsanlar. Evet! İnsanlar var. Belki sen de varsın sevgili okur. İşte bu bilinmezlik, bu tesadüf olasılığı bana “Yaşa!” diyor. Neden mi? Neden sormuyorum. “Yaşa!” denince aklım uçuyor, soru moru sorasım kalmıyor. Bütün sonradan olma çocuklar* gibi ben de biri gelip yaşa desin diye beklerim. Neyse efendim, şu anda diyordum, insanlar var. Bak, yürüyorlar, yürüyorlar, yürüyorlar. Ama aralarında hiç tanışım yok. Tanış olmak, ne güzel laf yauğ.
Yani, 23 Ocak 2011 günü, İstiklâl caddesi’nde ben Arda Sedefçigil’in hiçbir tanışı yok.
Burada böyle oturmuş, akıp giden insanlara bakarken de, biraz evvel kulağımda şarkılar aheste aheste yürürken de buraya her yalnız gelişimde olan şey oldu. Ne güzel şeydir o. Ne çok özlediğimdir. Ne iyi hissettirendir. Ne insan olduğumu en uzaklarımdaki en erişemediğim Arda’larıma kadar duyurandır. Ne yaşama sevincidir. Ne mucizevi şeydir. Ah! 23 Ocak 2011 günü, ben Arda Sedefçigil, yalnızlığının koluna girmiş derin derin solurken, aklım başımda yok. Ki, böyle güzel yokluk var mıdır dünyada.


*Sonradan olma çocuklar: Çocukluğunu çocukken değil, büyüdüğünde yaşayanlar, manasınadır.

Ocak 22, 2011

Zaz - Je Veux

Bir Hakan Albayrak Azıcık Şaşırttı Beni

Ey şiirlerinde intihara selam duran yavşaklar
Umutsuzlara bir tek cevabım var, HEPİNİZ GEBERİN
Kanı kaynamayan kim varsa idam mangasına
Parazitlere ölüm! Parazitlere ölüm!

Hakan Albayrak
1989


Şimdiiiiiiiğ. Burası kör nokta. Bir zurna varsa, muhakkak ki zırt diyecektir!

"İntihar" gibi bir acayip mevzu bence böyle şak diye kesilip atılırsa, bir kenarda sessiz sedasız oturmakta olan "insalık"ın canı sıkılır biraz, morali bozulur, hevesi kaçar.

Ben çok açık ve net biçimde, intihar edebilenin hakikaten "kaybolmuş" olduğunu düşünüyorum. Bu "kaybolma" hiç de olumsuz, aşağılayıcı vs. bir manada da değil üstelik. Bir çaresizlik, bir güçsüzlük; ama belki de bu acziyetin üzerinde oturduğu mecra "iyi niyet". Kim bilebilir ki? Çok romantik, pek demagoji kokan bir örnek vereyim mi sana? Al: Çocukken cinsel istismara uğramış bir insanın senelerce umut etmeyi deneyip minicik minicik bulantılarla kararan kalbi en sonunda her saniye ağzına bir güzel "dolduran" vicdansız bir mekanizmaya dönüştüğü vakit Hakan Albayraklar mı yazacaktır acaba umudun ve yahut inanışın kitabını? Ben bu koşullarda bu insanın intiharına herhangi bir "olumsuz" şey söyleyenin merhametinden şüpheye düşerim. Bu da benim zayıflığım olsun. Kabul ederim.

Haaa, diyelim ki Hakan Albayrak'ın derdi bu tür "uç" durumlar değil, intiharı bir "malzeme"ye, "ortak" bir koda dönüştüren söylem olsun. Niçin bu söylemi bu tür uç durumları birer varoluş ihtimali olarak saptayıp üzerine iki laf etmek olarak almayalım ki? Haaa, eğer mesele Küçük İskender gibilerse, onların şiir ile ilgili samimiyetlerini konuşmak gerekir bence. Onların sorunları "intihar"a bakışlarında değildir; aranacak ve dahi herhangi bir yerlerinde rastlanacak bir "yavşaklık" var ise başka şeylerle ilintilidir. Bence yani, bilmem.

"Umutsuz"a acımak insanlığın şanındandır diye düşünüyorum. Ama umudu kıranlara bir hücum varsa, en ön safta yerimi açınız, sayın Albayrak. Kaldı ki, baktığınız açıya zaten müthiş sempatim vardır!

Ocak 21, 2011

Eyvah!

http://video.ntvmsnbc.com/hastanede-emekledi.html


Bir bak insan ne olur. Ben bi' sigara daha içicem.

Ocak 19, 2011

Saçmalama Özgürlüğü

"Gecenin bir yarısı" diye bir şey varsa; gece iki parça demektir. Meraktayım. Nereden bölünür bir gece? İlk yarısı neresidir, ikinci yarısı neresi? Yoksa her bir gece, önceden belirlenmemiş şekilde birdenbire "Buradan ikiye ayrılıyorum!" deyip çarpar mı bir tokadı bir bahtsızın gözüne?

Peki, 5 dakika sonra gelecek olan, az ötede bekleyen gece, bu karnımdaki sancıyla bir olup neyin oyununu oynayacaktır bana? Ellerindeki halatlarla neresinden boğacaktır kendi boğazını? Kendini ikiye bölme sevdası gecenin, hangi mitte anlatılır? Yoksa öyle bir şey, bunları ben uydurmuşsam tamamen, şimdi bir de mit yazma işi mi sırtıma binecek, başıma kalacaktır?

Anlamıyorsun ey insan? Saçma, ruhun oyuncağıdır.

Brazzaville: Umm!



Keşke şimdiye dek bir insan sesini “kadife” diye nitelemek daha evvel kimsenin aklına gelmemiş olsaydı! İlk ben bulsaydım bu tabiri. David Arthur Brown’dan gelen bu ruh okşayan dalganın peşinde şap şap birbirine çarpan ayacıklarım da bu kadar acımazdı. Yazık.
Brazzaville adlı şahane grupla bu yaz tanıştım. “Evet güzelmiş” deyip kenara atılan ve aylar / yıllar / abartıp belki dünyalar sonra keşfedilen onlarca şeyin yok mu senin de hayatında? Öyle bir şey oldu. Ara sıra, “Bu neydi, hımm” diye mırıldanarak açtığım ve karışık kafamın fonuna yerleştirdiğim bu sesler artık bir başrol yazdılar kendilerine. Açıp “21st Century Girl”deki o nefis akordeon şeysini dinliyorum. “Hotel Ukraine”e deliriyorum. Hâlâ keşif sürecindeyim. Henüz zihnimde adıyla ve de bir parçacık da olsa melodisiyle kendine yer edinmiş şarkılar yalnız bu ikisi. Ama ben bu Brazzaville’i sevdim.
Dinle ey insan!

Notlar:
- Bu adamlar İstanbul'u seviyorlar. Sıkça konsere geliyorlarmış. Biline.
- Tüm bu söylediklerimi söyleyebilmem için bu grubu tanımam lazımdı. Teşekkür etmeliyim tanıtan sevgili yol arkadaşıma.

Ocak 14, 2011

Her Şey Her Zaman İyi Olacak Diye Bir Kaide Yok

Kemiren ses kemiren ses!
Neden dişlerin bu kadar büyük?


Korku, evet, dedim ben
Neden ama ve kimden
Mengeneye girdi artık güzel kafan ey insan
Yalnızlıktan bir yere kaçarım sanıyorsan
-Uhh, burada acıyabilir-
Evet, yalnızlıktan bir yerlere kaçarım,
Uzak bir ülkeye ben de göçerim,
Şiirler okur, şaraplar içer, sabrederim sanıyorsan
Ciddi ciddi sanıyorsan bunların her birini
Bunlar senin güzelimmmm sanrılarınsa
Burada canın, acıyabilir gerçekten:
Çok yanlış bir alemdesin zira sen.

Yalnızlıktan bir yerlere kaçmayı
O çiçekli damlardan “Pırrrr!” diyerek uçmayı,
Açmayı sonra da kutuyu,
Ve tabii, bilirsin ya, söyletmeyi kötüyü.
Bunları sen ey insan,
Kolay işler mi sandın.



Bu akşam yalnızlık üzerine düşündüm ben. Peşimde kovalayan bir kötü ruh olduğu zamanları. Kahvemi içerken tavanıma gözüm daldığında bir anne eli olduğu zamanları. Kafamı bulandırdığı, durup dururken kıvrandırdığı gece yarılarını, uyku öncelerini, rüya ortalarını. “Neyin var ki şimdi” diye soranları. Cevap olamayacak mızırdanmaları emmekten hiç kurumayan dudaklarımı. Düşündüm de biraz, bir sıkıntımı daha keşifle yaklaştım kendime.

O değil de, bu insanların başına bela olmuşluk kötü.

Ocak 02, 2011

Özgürüm, Ama Bak Takıldım Ben Buna Şimdi


Vardır ya: "kelebekler kadar hür!". 2011'in bu ikinci gününde, aynen öyleyim. Evet kolumu bacağımı bağlayan birtakım işler var. Ama sırtımdaki esas çuvalı bıraktım. "Yenihayat" filan da demiştim ya hani.

Tam iki hafta sonra, "canımın istediği" kitabı okuyor olacağım. "Canımın istediği" filmi izliyor, "canımın istediği" yerlere pırt uçuyor olacağım.

Ama biliyorum, yine de her şey tam olmayacak. Çünkü canının istediğini yaptığında her şeyin tam olması için canını "tamamına erdirmiş" olmalısın. Artık sen buna arınma mı dersin, evrim mi dersin ey insan, olgunlaşma mı dersin, ben orasını bilemem. Ama şunu iyi biliyorum, özgürlük sadece keyfimize geldiği için ideal bir şey. Keyfimizin yöneleceği şeyin "çok şahane" olacağı, hüsn-ü kuruntumuz.