Temmuz 21, 2011

"Origami Crane" Gel de Dile, Söyle Benimle Bile

1. Kısım: Turna Kuşu

Bin turna kuşu hikâyesini belki de bilirsiniz. Hiroşima'ya atılan atom bombası yüzünden hastalanmış Sadako adında bir Japon kızın ölüm döşeğinde kendisine anlatılan bir efsanenin peşine gitmesi ile ilgili. Demiş ki birisi ona, kâğıttan 1000 tane turna kuşu yaparsan iyileşeceksin. 645. turna kuşunu görmeye ömrü vefa etmemiş. Bir parkta heykeli filan var Japonya'da; merak buyurduysanız internet sizi oralarda bir gezdirebilir.

Aşağıdaki fotoğrafta bir "origami crane" var. Turna kuşu. Onu yapmayı öğrenmek istersen tarifler hep İngilizce de; o yüzden "crane" deyip durdum.



2. Kâğıt Katlamanın Huşusu

Çocukluğumuzda TRT'de origami öğreten ve Cem Yılmaz'dan hatırlayacağınız gibi "Burada yapılmışı var" deyip duran kadının hayali hâlâ içimde. Ara sıra internetten origamiden yapılmış bir şeyler arayıp "Vay be!" demişliğim vardır.

Ama bugünlerde kâğıt katlamaya sardım. Önce çok zor görünen birkaç şeyi yapmayı becerince pek mutlandım. Benim pek sahip olmadığım bir sabrı bekliyor kâğıtlar katlayanından! Öyle bir durum var. Ama belki öğrenirim. Bu yaştan sonra sabırlı bir kişi olup çıkıveririm. =)

Şu ana kadar birkaç çeşit çiçek, turna kuşu ve iki çeşit kutu yapmaya muvaffak oldum. Kutular en zor olanları. Bir yandan da origamiden fil yapmaya göre bence daha keyifli.

İki gün evvel, iş günüm boyunca origami yaptığım hâlde bir de çıkışta Kadıköy'de bir cafede oturup bir kutu daha yapmak ve dahi yol arkadaşıma "N'olur bi' kutu da sana yapayım" yalvarışında bulunmak beni şimdi düşündüğümde iyice zevklendiriyor. He-heğ.

Çocukça olan her şeyi getirip bana verin! İstiyorum, yapın bunu.

Bir Ufacık Hatıra


Bir keresinde, bir arkadaşımın ders notlarında gördüğüm birkaç kelimeyi yanlış okumuştum. Derste tutulmuş notların -yanlış hatırlamıyorsam Osmanlıca dersi idi- yanına kendi sözlerini yazan insanlar vardır. Kendisiyle konuşan. Ben çok eğlenirim bununla. Öğrencilerime yapın dediğimde gülüyorlar. Neyse. Canım arkadaşımın da bunu yapmış olabileceğini düşündüğümden, özellikle notların yanında bir şeyler aramıştım okurken. Ve aradığımı bulmuştum!

"Kara kara düşün!"

Pek uzun zaman gülümsemişimdir eminim, çok heyecanlandım. Ben, insanın kendiyle sohbetine, münakaşasına, kavgasına, sillesine tokadına çok kıymet veririm sevgili okurum. Yalnızlık alametlerinin her biri nazenin bir inci tanesi değil midir şu fani ömürde? yalnızlıktan kastımı da belki yazmalıyım bir ara. Yanda yörede insan esamesi olmaması değil elbette. Kendi yuvacağızına lüzumunda çekilebilmen. Bir "kendin" yapmış olman. Artık hamurdan mı, demirden mi, ipekten mi, kâğıttan mı...

Neyse işte, bu "kara kara düşün" beni mahvetmişti. Ertesi gün serviste, "Ben buna delirdim, çok acayip!" deyince "Seni hayal kırıklığına uğratıcam ama orda o yazmıyor şu yazıyor" dedi. Bi' kalakalmıştım. Canım insanın beni çok heyecanlara gark etmişliği bulunduğundan çok yıkmamıştı bu beni. Ve fakat bak, aklımdan da çıkmamış. En az 4 senesi var. Belki daha çok...

Gerçekte ne yazıyordu? Unuttum. Ama kendi sözüydü, ders notu değildi.

Hem düşün, ben bunu çocuğuma, "kara kara düşün!" yazmış, düşünebiliyor musun ya?" diye anlatırsam, hem geçmişi değiştirmiş hem de evladıma "kendin" olmanın güzelliğine daha yakın yeni bir dünya hediye etmiş olmaz mıyım? Tüh, sevgili okurum, keşke sana da öyle anlatsaydım!

Temmuz 13, 2011

Orhan Veli'den Bir Şey Sevdim


Orhan Veli'yi sevmem.Şiire getirdiği yeniliği, umm daha doğrusu onu da değil de, düşüncelerini onaylarım. Bence de gündelik olan şiirleşebilmeli! Ama tabii, bunu o zamanda söylemiş olmak çok kıymetli. Fakat şu detay önemli: "şiir"e girebilir gündelik olan. "Şiir"e. Orhan Veli'nin teknik mânâda "şiir"i ne yaptığı bence biraz hüzünlü mesele. Israrla ve inatla şiir olarak göremiyorum onun yazdıklarını. "Şiir dili" diye tanıdığım pek sevdiğim şeyin yanına pek koyamıyorum. Mevzusu pek güzel ve içinde birkaç güzel laf geçen azıcık şiirini sevmişliğim yine de var: "Anlatamıyorum", "Hürriyete Doğru" (ki bunu az severim), "İstanbul'u Dinliyorum". Bu sabah işte, bunların yanına bir şey eklendi. Mevzusuna vuruldum. Bir süre gülümsedim. Donup kaldım. "Bunu" yazmak ne güzel dedim. Ama yine de şiir dili vs. söz konusu olacaksa, eski fikrimdeyim. Bakınız:

Bir Roman Kahramanı

Çadırımın üstüne yağmur yağıyor
Saros körfezinden rüzgar esiyordu
Ve ben,bir roman kahramanı
Ot yatağın içinde
İkinci dünya harbinde
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum
Bir şehirde başlayıp
Kim bilir nerde
Kim bilir ne gün bitecek mevzuumu


Çok naif! Bir roman kahramanının esasında çadırda oturuyor ve fakat kendisine biçilen yaşamı yaşamaya çalışıyor olması. Sanıyorum o çadırda oturan "esas" durum, yazarın zihni oluyor biraz. Hatta biraz ne ya, öyle olmalı direkman. (Bi' "direkman" vardı eskiden. Ne abuk bi' kelimeydi Allahım!)

Bence çocukça bir şey var bu metinde. Ki ben çocukça şeylere çok hayranım, çok hastayım.

Temmuz 12, 2011

Hafızamda Bir Bozcaada Var

Ben yüzmeyi bilmiyorum sevgili okur. Sadece zaman suyu içinde yalpalamayı kastetmiyorum; o kocaman tuzlu sularda yolumu bulamam diyorum. Bu hafta sonu ilk defa denedim; öğrenmeye çalıştım. İlk denemede olmaması normal diyor herkes, acaba üzülmeyeyim diye mi? Bakalım, zaman gösterecek cevabı ama ben şu an itibariyle yüzmeyi hâlâ bilmiyorum. Yol arkadaşım şimdiye dek yüzme öğrenmek isteyip beceremeyen hiç duymamış. Belki de dünya tarihinde bir ilk olmayı başarabileceğim sevgili okurum; bu azimle çalışıp yüzme öğrenmeyi beceremememe bağlı.

Bozcaada sandığımdan daha "boz" bir yermiş. Yahut şöyle diyeyim: Bozcaada hakikaten "boz" bir yermiş. Evet, bu daha uygun oldu bence. Çünkü isme çok takılmamıştım ben ve gördüğüm fotoğraflarda da yemyeşil bir yer hayal etmeme yetecek malzeme var idi. Neyse, boz bir adaymış bu yani. Ama beğenmedim diyemem; tıpkı beğendim de diyemeyeceğim gibi.

Denizi çok beğendim ama. Tertemizdi. Duruydu. Ben debelenirken etrafta yüzmekte ve arkadaşıyla türlü deniz şaklabanlıkları yapmakta olan insanlardan bir tanesi "Akvaryum bile bu kadar duru değil" dedi. Bi' hoşuma gitti benim bu benzetme.

Benim bu tatile ilişkin esas izlenimlerim yol arkadaşımla ilgili. Onunlayken dünyanın neye dönüştüğüyle ilgili. detaya gerek yok fakat şu kesin: Benim artık anlaştığım birisi var. Öyle ki, şimdiye kadar gördüğüm her şeyi hızlıca bir de onunla izlemek isterim. Bütün hayatımı. Bütün insanları. Gitgide daha kapalı bir şeye dönüşüyor bu iletişim sanki. Etrafa kapalı. "Closed" beyler. Bu durumla ilgili eleştiri de aldım. Bildiğin, sevgilisine gömülüp etrafı unutan şavşalak kız muamelesi de gördüm. Umrumda mı? Bu hayatta, değil. İkinci bir şansım olursa düşünürüm. Çünkü ben, ikinci bir şans varsa bile bu etabın "derin düşünce" etabı olduğundan eminim. Zihnimin daha derinine inebilmem için bu iletişime ihtiyacım var. Kayalıklarımda kaybolmaktan korkmama artık gerek kalmadı. Bu şartlarda kimse benden "dışarı"ya, günlük "gaile" denen tonla zımbırtıya karşı samimi bir heyecan beslememi beklemesin. Konu dağılıyor gibi geliyor değil mi sevgili okurum? Dağılmıyor, tedirgin olmana gerek yok. Ben sana Bozcaada'da gördüğüm şeyden bahsediyorum. Biz seninle aynı afişlerde aynı şeyi görmüyoruz muhtemelen, aynı şarkılarda aynı şeyi duymuyoruz. İnsanız çünkü "duyu"lara güvenmekle hakikatten kaçıyoruz. Ben sana bugün Bozcaada'dan bahsederken sadece "bozdur vesselam" desem n'olur ki? "Peki senin için nedir?" diye sorman icap etmez mi?

"Peki senin için nedir?"
"Peki senin için nedir?"

Benim için bu hayat, derin düşünmeyi gerektiren bir ilk adım olma ihtimaline bel bağladığım huzursuz bir rûyadır sevgili okurum. Ve ne kötüdür ki, bugün ben, hâlâ yüzme bilmiyorum!

Temmuz 06, 2011

Adının "Dalgınlık" Olmadığını Tahmin Ettiğim Dalgınlığım

1. Kısım: Nasıl Bir Hareket İçindeyim Ben Acaba?

Sevgili okur, aylaklık içinde rahatça kaybolabilirim ben. Saatlerce konuşabilir, gülebilir, uzaklara bakabilir, uyuyabilir, esneyebilir, ağlayabilirim. Ve fakat düşünmemi gerektirecek bir şey oldu mu, ister zorunlu olsun ister keyfi, içinde uzun zaman kalamıyorum. Zorunluluk arz ediyorsa giremiyorum bile. Bunun nedeni, niçini, nasılı artık benim en büyük bilmecem oldu beraberce.

Belki de, diyorum hep, hiperaktif bir çocuktum da hiç farkedilmedi. Ama böyle bir şey mümkün mü, onu da bilemiyorum. Zira sessiz sakin bir çocuktum ben. Bütün yaptığı bir köşede düşünmek yahut kendi kendine konuşmak olan bir kız. Bebeklerime elbise dikerdim, evcilik oynardım onlarla. Bu evcilik oyunları, bebeğin kıyafetini, evini ve yemeğini hazırlayınca biterdi. "Yaşam"a gelince tıkanırdı. (Bilinçdışımda bunun kuzu kuzu yatmasından olmalı ki Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" romanında anlattığı "yaşayamama" / "yaşamayı becerememe" durumu beni her zaman derinlere daldırmıştır. Çok üzmüştür çok. Var olsun Oğuz Atay.) Evet, sessiz sakin bir çocuktum. Bana hiperaktif miydim acaba, dedirten şey odaklanma sıkıntım. "Ders çalışmak" denen şeyin ne olduğunu lisede hâlâ tam olarak bilmiyordum. Arkadaşlarıma soruyordum ama beni ciddiye almıyorlardı; almazlardı, çünkü notlarım ortalamaydı. Hiç çalışmayan alamazdı onlara göre. Ne bileyim dinleyince kalıyordu kafamda demek ki. Esas bahsettiğim şey şu ama: "Ders çalışmak" nasıl yapılırdı Allahım! Bilmiyordum. Acaba bir kâğıda hocanın anlattıklarını yeniden mi yazıyorlardı. Yahut defterdekileri okuyorlar mıydı. Bu mesela, bana kopya gibi geliyordu. Hiçbir çaba yok, oku oku ezberle. Yok ya, diyordum, herhalde sadece okuyor olamazlar! Bir süre sonra "Bari öyle yapayım" demeye başladım. Başka yolunu bilmediğime göre, okuyayım. Ki, ilkokuldan beri ansiklopedilerin başında saatler geçiriyordum; genellikle bir maddeye dalıp giderek ama. Bir saatte tek bir madde. Sonra gidip babama bir şey soruyordum. Bir arkadaşımın oyun oynarken yaptığı bir şey yahut yazın köyde teyzemlerin evinde kuzenimin söylediği bir şey filan aklıma geliyordu. Rüyamda gördüğüm bir şey. Bakkalda duyduğum bir şey. Kaydıkça kayıyordum içeriye doğru. Bu duyguyu çok iyi hatırlıyorum. Mesela tuvaletim geliyordu, son anda yetişiyordum genellikle. Hissettiğimde, dalgınlığımın içinden çıkıp tuvalete gitmek hiç kolay değildi. Tam şöyle işte.



Bir de bu dalıp gitmek bana zamanla bazı şeyler de sağlamaya başladı. Ne bileyim aklıma bir sürü soru takılıyordu. Bir yerde sonradan tesadüfen ona cevap olacak bir şeyler duyarsam da kafamda bir mesele hallolmuş oluyordu. Basit şeyler ama tabii. "Yalan söylemek kötüdür değil mi?" gibi şeyler.

Bu durum belki de "yaşam"dan koparıyordu beni gerçekten. Bebekle evcilik nasıl tıkanıyorsa bu dalgınlıklar yüzünden de pek çok şey tıkanıyordu. Bana sesleniyorlardı evde. Abim, babam, annem. Bir ses duyuyordum ama ne dendiğini anlamıyordum. Bu ilk seferde olanaksızdı. Ben de genelde "Anlamadım" demeye çekinirdim, "Salak mısın?" derlerse diye. Duymamış gibi yapardım. Abim birkaç defa iyi haşlamıştı. Babam doktora götürdü, "Bu çocuk ağır işitiyor" diye. Test yaptı doktor, bi alet koydu kulağımın içine doğru küçük bir boru gibi, "Söylediklerimi tekrarla" dedi. "32" dediğini hatırlıyorum ilk önce. Söylediği her şeyi tekrarladım. "Bu çocuk ağır işitmiyor, normal bu çocuğun kulağı" dedi, yolladı bizi. Çok korktum babam bana kızacak diye. Hemen üste çıkmaya çalıştım: "Ama ben uzaktan söylenince duyamıyorum. Kulağımın dibinde söylerse duyarım tabii" dedim. Babam ikna oldu. Ben de yavaş yavaş "Efendim?" demeye alıştım. Öyle kapandı. Dalgınlığım geçmedi ama.

2. Kısım: "Yaşamak" Dediğin Nasıl Bir Şeydir?

Bu evcilik oyunlarında "yaşam"a geçmeden tıkanmanın / yorulmanın belki de bugün doktora tezim için okumalara hâlâ başlayamamış olmamla bir ilgisi vardır diye düşünüyorum. Yahut resmi dairede hallolacak bir işi aylarca ertelemek: Misal, TC kimlik numaralı nüfus cüzdanımı almamın 3 yıl sürmüş olması!

Belki de içinde hakikaten kaymakta olduğum bir kuyu var ve bu düşme hareketini engelleyen şeyler bunlar. "Dur!" diyorlar; ben de duramıyorum. Olamaz mı, olabilir. (Yaşasın Ortaçgil, pek seviyorum bu lafı!)

Bence Oğuz Atay'ın söz ettiği yaşayamama durumu tüm bu çocukluk macerasının bugünkü tezahürü. Selim Işık'ın doktora gidemeyişi vardı mesela. Ben de bu doktor hikâyesini hiç sevmem, ondan olabildiğince kaçarım. Arkadaşı Esat'ın evine gidip sokağında dolaşıp dolaşıp bir türlü kapıyı çalmaya cesaret edememesi vardı. Sorulara dalıp gidiyor: "Acaba beni istemezler mi?", "Benden sıkıldılar mı?", "görmek isteseler çağırmazlar mıydı" gibi. Alıntı değil bunlar, hatırladıklarımdan uydurdum ama bu minvalde şeyler işte. Böyle çocukça kaygılar. "Çocukça", heh. Bu etiketi yapıştırınca biter ya her şey. Bence bitmez sevgili okurum, daha yeni başlar!

Ben ciddi ciddi yaşamayı beceremediğimi düşünüyorum bazen. Evet, iyi kötü sosyal ortamlarda durumu idare ediyorum. Haftada 18 saat ders anlatıyorum. Öğrencilerimle, iş arkadaşlarımla iletişimim var. Ama basit şeylerde takılıyorum. Bu yaşım itibariyle pek çoğunu cehennem azaplarıyla aştığım basit şeyler. Misal, artık hesabı rahatça isteyebiliyorum, bir restoranda lavabo nerede diye sorabiliyorum, bir şapşallık yapınca dalgasını geçiyorum. Ama çözülmemiş noktalar da var. Mesela, "Rimel şöyle sürülür" diyorlar bana. "Bu eteğin üzerine bu bluz olmamış". Çok acayip işte bu, bana olmuş gibi geliyor! Had, bu göreceli bir şeydir, atlayalım. Ama mutfak bezinde en iyi marka, ideal ayakkabı çekeceği uzunluğu, bir çalışma masasının şeklinin nasıl olması gerektiği, saç maşasının ideal malzemesi, gelinlikte hangi kumaş kullanılmaz, tirbüşon yoksa şarap nasıl açılır, çok su içmek neden faydalıdır, İstanbul'da en güzel sahil hangisidir vs. Bu insanlar bu kadar şeyi nereden öğrenmiş, diyorum kendime.

Sevgili okurum, bu kadar şeyi nereden öğrendin. Yahut, tersten, herkesin iyi bildiği bu çok "normal" şeyleri ben neden öğrenemedim? Neden benim ince çorabım hemen kaçıyor? Neden su makinasından su aldığım on seferden en az üçünde döküyorum? Neden tanıdğım hemen herkesin bildiği meşhur şarkıları ben bilmiyorum? Bunlar anlatılırken ben dalıp gitmiş miydim, yoksa bunların anlatıldığı bir yerlerde hiç mi bulunmadım? Derslerimi hiçbir zaman iyi çalışmadığım için mi bunlardan haberdar olamadım? Ama derslerde yoktu bunlar, iyi biliyorum. Duyduğumu pek unutamazdım. Sevgili okur, ben acaba bazen, bir yerlere mi gidiyordum? Hani vardı ya, "Allah akıl dağıtırken sen neredeydin?". Neredeydim sevgili okurum, Allah akıl dağıtırken ben neredeydim?

3. Kısım: Bugüne Gelecek Olursak

Tüm bu anlattıklarım bugünlerde kafamda dönüp duruyor. Dün canım arkadaşım Funda ile Süreyya Plajı'na gittik; sahilde oturuyorduk. Funda güzel güzel şarkılar mırıldanmaya başladı. Ben daldım gene. Ankara'ya gittim. Önümüzdeki yaza gittim. Annemin yüzünü gördüm. Nihayet, doktora tezim için "okuma yapmaya" ("okumak"tan daha havalı diye böyle diyorlar sanırım akademide!)devam etmiyordum. Başlamıştım, 30 sayfa okumuştum. Ama tez hocamla bir aydır hiç haberleşmedim. Telefona gitmeyen elimi düşündüm. başıma gelmeyen aklımı düşündüm. Benim için çabalayan insanları düşündüm. Her şapşallığımda bana kolaylık gösteren, yere düşen defterimi alıp bana geri verenleri düşündüm. Suyu döktüğümde şefkatle gülümseyenleri, "Olur canım böyle şeyler" diyenleri. Ve çok üzüldüm sevgili okur. "Olur canım böyle şeyler" diyenler, sadece su döktüm sanıyorlardı. Sadece su dökmedim. Bi' sürü şey yaptım yahut esas ifadesiyle bir sürü şeyi yapamadım. Doktorayı bırakmak mı lazım acaba. Yahut ölmek mi lazım. Hemen evlenip çocuk mu yapmak lazım. Düşünmemek mi? Ama onu yapamam ki.

Funda, şarkı söylüyor. Bak, dalmak böyle oluyor işte. Nasıl bi' koca paragraf hiç lafı geçmedi, ben de birkaç saniye duymadım onu. Bir ses geldi ama anlamadım. Tanıdık bir melodi ama kafamı toplayamadım. Hepi topu 3 saniyeden bahsediyorum.

Sevgili okur, ne yapacağımı bilmiyorum. Kendimi birini öldürmüş gibi hissediyorum. Çok büyük bir uyuşturucu kaçakçılığı işine karışmış gibi. Bilmiyorum, neden.

Temmuz 02, 2011

Dumanlı Kafa

Merhaba sevgili okurum,

Sana iki şişe bira sonrasından bildiriyorum. Güzelin güzellikten çıktığı, erdemin bir köşeye saklandığı bir zayıflık ânıdır bu. Kötü değildir ama, güzeldir güzel.

Az evvel telefonda, senelerdir arkadaşım olan sevgili Funda ile konuştum. Oradan buradan. Acıdan, sevinçten, geçmişten ve dahi gelecekten. Kaygılardan, umutlardan. İnsanlardan, sokaklardan. Somut olarak sokaklardan değil de, dünyadan işte, öyle bir şey.

Başım dönmekte çooook hafif bir şekilde. Ve an itibariyle en büyük merakım en son göreceğim yaşım. 50 midir acaba, 67 midir, 81 yahut 32 midir? Bilmiyorum. Bilmiyoruz. Ama bütün olan biteni sanki bunu biliyormuşuz gibi kurguluyoruz. Sonsuz bir hayat var sanki. "Ey sonsuz hayat, gel ve beni bul!" diyoruz.

Uyku kapıma dayandı. Uyku, ara sıra dayanmaz mı kapımıza? Babam, "uykucular geldi mi?" derdi. Uykucular şimdi geldi.

Sabah Burgazada'ya gideceğim. Güzel bir gün olmasını diliyorum. Ama önce uyku, güzel bir uyku. Uykuya kendini bırakmayı, denize bakan ayaklarıma benzetiyorum. Şuradaki gibi:


Not: Bunlar okunuyor diye çok seviniyorum ben.