Aralık 16, 2012

Sen, Bu Şehrin Salgını / Sen, Amansız Hastalık

Ertuğ Ergin, 14 Aralık 2012 günü, amansız bir hastalık yüzünden sustu, ölüler gibi.

Ntvmsnbc'de fotoğrafını görmemle şaşırmam, şaşırmamla haberi tıklamam ve tıklar tıklamaz başlığı görmemle bok gibi kalmam bir oldu. Benim için "pop" ile herhangi bir alakası bulunmayan, hakikatli sözler yazan bu buğulu ses, artık ölü.

"Yaşarken, ölüler geçiyor önümden" diyen şarkıyı Eda'yla paylaşalı kaç gün oldu şunun şurasında.

Başlıkta kullandığım dizeleri "Tek Yürek" şarkısından. Bu dizelere hasta olduğumu facebook'tan mesaj yazarak iyi ki - Allahım iyi ki!- söylemişim. Belki bana cevabında yazdığı gibi gerçekten bir an için de olsa "mutlu" olmuştur. 2 yıldır kanser tedavisi gören bir adama ölü olmasına az zaman kala iyi bir şey söylemiş olmak bok gibi bir duyguymuş. Bunu da tecrübe etmedik demeyiz artık.

"Bak gözlerim kapandı / dert ruhuma dayandı" diyor kulağımda.

Ey beniadem! Ben ne bok yiyeyim şimdi.

Kasım 29, 2012

İstersen Hiç Başlamasın

Sevgili okur, bu, şu üstüne bastığım yer, zamanın neresidir?

Bir zaman, daha tanıştığımız akşam, bir masada karşıma oturmuş ve kederimi dinlemiş, kederini anlatmış bir kadın vardı: Şemsa. Şimdi ölü. Bu kadar. Bazen hikâye neye yarar? Süreyi, anıları, hayalleri filan dışlayan bir yitim var kimi zaman. Kıpkırmızı saçları vardı. Şimdi o saçlar... Gerisi, benim gibi aptalların kafasında kalanlar.

Bir başka zaman, sözlük yazarlığımız sayesinde tanıştığım bir Berna vardı. Ciğerimden geçeni şak diye yüzüne söyleyebildiğim. Toplum dedikleri naneye kaydolmaya lazım hiçbir maskeyi takmamı benden beklemeyen, beraber heyecandan geberdiğimiz bir Berna. Ve sonra acayip şeyler. Bahanesi gerçeği başka türlü görüyor olması olan yalanlar. Göt gibi kalan ben. Rüyalar kucağında kıvranan. O rüyalara rağmen gene uyku, gene uyursun. Acısı da budur.

Sevgili okur, ben şimdi iki satır konuşabileceğimi zannettiğim bir arkadaş edinmek üzreyim. Yaşım 30. Onun daha genç. İhtimal ki yaş da bazen bir şeydir, belki bir engeldir mesela. Ama ben kafaya inanmış insanım. Kafa, ille kafa! Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum.

Şimdi bu yeni arkadaş adayı, ya o da hüzünlü bir yavrucaksa? Ya ağlamalarımdan birine tesadüf edip de eyvah, şaşırmazsa. Hatta bana katılırsa? Ve haydi bunlara itirazım yok, sevinirim bile ama.

Ama işte. Mesela bir 2015 mayısının, gecesinde rüyama girdiği bir sabahında, kendime itimadım sıfıra inmiş, gözlerimi ovuşturuyor bulursam kendimi? Kederden başka bir şey beceremediğim inancı, boğazımda cayır cayır yanarsa ya.

Hani vardı ya: "İstersen hiç başlamasın".

Kasım 06, 2012

Turgut Uyar Ne Diyor?

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim falan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

"Acıyor"dan

Bütün Çiçekler Biraz Daha Su İster

"Bugün günlerden ne?" diye sordu Pooh.
"Bugün" diye mırıldandı Piglet.
"En sevdiğim gün!" dedi Pooh.

Eylül 20, 2012

Camille Claudel, Müşerref Oldum!

Anne Delbee'nin "Bir Kadın" adlı biyografik romanının baş kişisi, pek meşhur heykeltraş Rodin amcanın 15 yıl sevgilisi olmuş, dehasına rağmen hep onun gölgesinde kalmış Camille Claudel. Hayatının son 30 senesini akıl hastanesinde geçirmiş. gariptir, ben bu kitaba nasıl hastaneye gittiğini öğrenmek gibi saçma bir hevesle başlamış idim ama son 100 sayfayı okumadan bıraktım. Çok "roman olsun diye" bi hâle gelmişti kanımca. Ama Camille'in çocukluğu, dünyayı algılayışı benim için birkaç defa uzaklara dalma sebebi oldu.


Her ne kadar "işte dehalar çocukken de böyle enteresan oluyor, cık cık" sığlığının kara perdesini yer yer omzumda filan buluversem de, yazarın Camille'deki nefaseti bir türlü çıplak biçimde açığa vuramadığını sezerek "yine de" bu kız çocuğunu pek güzel gördüm. Kardeşi Paul ile aralarındaki bağ, etkileyici. Bilhassa sonradan, otuzlu yaşlarda Paul'ün en kötü günlerinde pek de Camille'in yanında olmadığını öğrenince geriye dönüp az az hatırladığın anlara kafanın içinde bir daha bir bakınca, "insan" ne demek, elbette tak diye anlamıyorsun da, azıcık tahminlerin artıyor. Çocuk ne demek, o saflık nasıl bir şey. O sevgi neden yitirilir. Toplumun Camille'i kabullenemeyişi... Öz annesinin de bir toplum"cuk" olarak her tür yargılamayı, hor görmeyi kendi kendine yaratıp Camille'in suratına suratına her fırsatta aşk ettiği bir nefret. Sanki Paul, onu sevmekten yoruluyor. Ya da, yanında olmaktan. Kafasında kendisi için de bir "içinde yaşanması zorunlu ortam" teşkil eden toplum karşısında bu adam, üstelik bir şair olarak Camille kadar ayakta değil. Ha, uzaklara gitmek, ayrı mesele. Gitmesine gidiyor.

Çok sevdiğim iki detayını da vereyim romanın. Birisi, hamile kalan Camille'in bebeği karnında ölünce yaşadığı ağır depresyon, altından kalkamadığı keder sonrasında yaptığı heykel olan Clotho'dan bahsederken, "Clotho'yu doğurdu ve rahatladı" demesi Delbee'nin. İnsan neden sanata yönelirin en sevdiğim cevabının bir ifadesidir bu mesele işte. Çünkü ihtiyacı vardır arkadaşım. Yapmazsa ölüyordur! Clotho, doğum işleriyle ilgilenen tanrı imiş. Bakın size göstereyim bu şahane şeyi. Nasıl bir hareket, nasıl bir ağırlık. Fff, nasıl bir bunaltı, sıkıntı. "Şeytanın Avukatı" filminde heykeller ateş rengine dönüp canlanır gibi oluyordu sonlarda, şeytan coşkulu tiradını atarken. O görüntü geldi aklıma.


İkinci detay da, şu alıntıda gizli. Bunu olric.com'a da yazmıştım."Ruh ikizi"ne bir tarif. Çok güzel:

"Paul durdu. Karşısındaki büst onu alıp götürüyor. "Ama bu benim."
"Hangisi sensin?"
"Bu benim."
"Hayır aptal, benim, Mösyö Rodin yapmış. Bronzdan döküm yaptıracak kadar param olduğunu mu sanıyorsun?"
"Kardeşin haklı. Gidip tatilden önce yaptığın heykeli getirsene."
Camille omuzlarını silkip bir köşeden kardeşi Paul'ün heykelini çıkartıyor. Doğru. Bu kadar birbirine benzediklerini bilmiyordu. Kızlar iki heykele yan ysn bskıyorlar; şaşırtıcı. "İkizler! İkizler gibisiniz!"
Camille şaşkın. Onu endişelendiren kardeşiyle birbirlerine bu kadar benzemelerinden çok, heykellerin aynılığı. Mösyö Rodin de o da aynı biçimde yontmuşlar. Gerçek ikizi o."


Anne Delbee


Bir Kadın 
Çev. Ayşe Kurşunlu Ortaç, 
Afa Yayınları, 
İstanbul 1990, 
s. 97

Öyle işte. Camille çok üzgün ölmüş sevgili okurum. Sahi, mutlu ölmek var mı acaba?

Eylül 13, 2012

Filminute Şahanesi

Efendim selamlar!

Bir güzel siteyi sizlerlen paylaşmak için yazıyorum. 2006'dan bu yana bir yarışma var imiş meğersem! 1 dakikalık kısa filmler yarışıyor, oylamaya katılabiliyorsunuz. 2012'de bir Türk filmi de var misal. Tam oturup saatlerce karıştırmalık, eğer benim gibi dalıp gitmeyi seviyorsanız böyle şeylere. Filmler İngilizce yahut İngilizce alt yazılı. Animasyonlar da var.

Sitede yıllara göre film listelerini bulmakta ben biraz zorlandığım için hepsinin linkini size hazır veriyorum. 2012 için Eylül sonuna kadar oy verebiliyorsunuz.

Son bi' şey: Sloganları pek güzel: "make every moment count!" artık nasıl çevirmek isterseniz. bence pek hoş!

iyi seyirler!

2006
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2006&film=20

2007
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2007&film=41

2008
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2008&film=86

2009
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2009&film=89

2010
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2010&film=119

2011
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2011&film=155

2012
http://www.filminute.com/listing.php?type=1&edition=2012&film=168

Eylül 07, 2012

İstanbul Modern'de Bi' Akşamüstü: Sözünü Sakınmadan

Dün akşam, bu gördüğünüz bahçede, "Sözünü Sakınmadan" adlı bir edebiyat sohbeti izledim. Ama yarısına kadar. Moderatör Ömer Türkeş beni şaşırtmadı, boş boş konuştu. "Hüzünlü şeyler yazıyordu, insan şüpheye düşüyor" kabilinden laflar etti yekta Kopan için. Akıl sağlığından şüphe edermiş yani çok karanlık yazanların. Vay anasını. Evvelce Enver Ercan da beni şaşırtmamıştı. Daha birçokları da. İçinde bulunduğum hemen hemen tüm sempozyum / konferans / söyleşi gibi ortamlarda ciğerimi deşen şey, dün akşam yine vardı. İstanbul Modern'de, "Sözünü Sakınmadan"da. yekta Kopan konuk olmuştu, onun nispeten duyarlı bir edebiyat algısı var. "Biriciklik" vurgusunu takdir ettim ama onu da bence çok "dümdüz" ifade etti, adeta ezberden gibi. Misal, "hayatı anlamlandırmak ve korkularımızla başa çıkmak için edebiyat" gibi (yaklaşık) bir şey söyledi. Manaen güzel ama böyle laflar o kadar ezberlendi ki, "hayatı anlamlandırmak"tan kastı ben açıkça duymak istiyorum. Tarkovski'nin "Mühürlenmiş Zaman"daki ifadesi bu yüzden "samimi" gelir bana: çok daha net ve ne dediğini bildiğini okura gerçekten hissettiren. Yekta Kopan da ne dediğini biliyordu belki canım, fakat ben bundan bir dinleyici olarak pek de emin olamadım. hayatı anlamlandırmak üzerine Yekta Kopan'la sabaha kadar konuşabilir miyim, gene de yarım kalır mı mevzu, bilemedim. Tarkovski'nin ifadesi şöyle:

"Hâlbuki olay, bir insanın yürürken neden birden en rahatsız bir tavırla donup kaldığını ya da beşinci kattan aşağıya atladığını anlatmaktır."
ve bir de:
"İnsan bu resimlere baktığında heyecan verici bir umuda kapılıyor: Yoksa açıklanamaz olan burada birden açıklanacak mı?"

İşte, sinema ve resim sanatları çin söylenen bu sözler, bütünde "sanat"ın neye yaradığını, "hayatı anlamlandırma"nın ne demek olduğunu "şak" diye ortaya koyuyor, bana kalırsa.

Sokakta yanından geçen insanın yüzündeki ifade üstüne üç gün düşünüp ağlamak gibi bir şeyi kafasında bir olanak olarak konumlandıramayan zihin, edebiyattan nasıl bahsedebilir? Herhangi bir sanattan? Ömer Türkeş'e dönecek olursak... "Kurmaca evren yaratmak" gibi insan olanaklarının zirve noktalarından birini gerçekleştiren bir aklın sağlığını bu kadar ucuz sorgulayabilmek. "Ay bu çocuk biraz depresif galiba teyzesi" şeklinde bir kadın günü muhabbetinden hangi yönüyle ayrılır acaba sayın Ömer Türkeş? Seneler evvel bir de öğrenci sempozyumunda eleştirel bir inceleme metni yazmış bir insana soru olarak "tamam bu inceleme olmuş da, sen sonuçta bu romanı sevdin mi? Eleştirmen bunu söyler asıl" diyebilen Ömer Türkeş? Yekta Kopan'ın hatırlattığı üzre, her insan biricik ise, "Sevdim" ifadesinin sizinle eşit derecede "bir" olan bir başkasına nasıl bir anlamı olmasını beklersiniz? Maalesef bu algıyı ben çok görüyorum. herkes, elele vermiş "yazar"ın temel niteliklerini "yetenekli" / "karizmatik" / "gizemli" filan diye koyuyor. Ki bu niteliklerin tek hizmeti seksapele olur herhalde. Edebiyata olmaz. Ben edebiyata hizmet edecek nitelikler diye "ızdıraplı" / "korkak" / "şaşkın" / "meraklı" / "takıntılı" / "sorgulayan" gibi şeyleri görüyor, biliyorum. 

Sinirlendim.

Eylül 01, 2012

Sessizlikle Göz Göze

Size evliliğin bir küçücük tarifi - ki bir şeylere yeni tarifler bulmaktan başka ne var aklın vadettiği? -, işte:

Bugün cumartesi. Öğle vakti. Bir kanepede oturuyordum az evvel. Sehpada bergamutlu çay. Bir elimde fındıklı ve üzümlü çörek - arasını açıp sakız macunu sürdüğüm-, bir elimde Camille Claudel'in yaşamını romanlaştıran Anne Delbee'nin "Bir Kadın"ı. Camille'in çocukluğu, bana artık küçük kız çocuğu hayalinin / dehşetinin / saplantısının beni terk etmekte olduğunu öğretiyor, gösteriyor. Buna üzülsem, haklı sebeplerim var. Buna sevinsem haklı sebeplerim var. Ama kayıtsız kalırsam affetmeyin beni, ses çıkarmazsam affetmeyin.  Zira bu mesele tüm yazacaklarıma yön verecekti hesapta. Yazacaklarım, şimdi yapayalnızlar, öyle mi acaba? Göreceğiz.
Bir elimde -çok acayip- bir çörek! İçine gizlenen sakız tadı, bana bir başka şey anlatıyor. Baharatların, aromaların, bir misafirlikte kenarda bekleşen sessiz çocuklar gibi, içlerinde cevherler / dünyalar / bir önceki geceden kalma garabetli rüyalar taşıdığını. Ortada dönüp duran manzaradan ziyade bunların manayı sırtladığını. Çayı da değil mesela, bargamutu dinle. Ki o artık ağacından ayrılmak şöyle dursun, bedeninden de vazgeçmiş bir "var"dır. Akla zarardır hâliyle, kaygısız akla zarardır.

Efendim, zihnim içinde bunlar dönerken -evlilik tarifiydi ya vaadim- yan kanepede âşık olduğum adam uyumaktadır. Bir sessizlik, battaniyesinin üstüne oturmuş, yüzüme bakmaktadır.

Ben şimdi yalnızım. Zihnim hâlâ tedirgin, olabildiğince kendi âleminde. Ama düşersem tutacak bir el.

Camille Claudel üzerine yazmak dileğiyle. Haydi.

Haziran 18, 2012

O Kadar Uzun Zaman

Ah!

O kadar uzun zamandır yazmadım ki. Neden?
Çünkü evlenmek zor bir şeymiş =) 14 Temmuz günü denizin kokusu burnumda, sesi kulağımda, elimde bir el, "Evet" diyeceğim.

Düşündüm. Neye "Evet"? Buldum bazı şeyler:

1. Sen şimdi seviyor musun yani bu çocuğu?
2. Artık yalnız yaşamak o kadar da çekici değil diyorsun öyle mi?
3. Yeni bir ismin olacak?
4. Bu koca dünyadaki insan sayısının farkında olarak, yine de mi?

Falan filan.
Hayatımdan çıkanlar, bilhassa hayatımdan çıkabilmek için hevesle zıp zıp zıplayan Nosta'nın ardından yeni bir hayat. Yeni bir mutfak. Kitaplarım için sırtını dayayacakları yeni yerler. Sehpa üstünde yemek yemeye son. Kuyruğundan tuttuğum bir düşünceyi hemen bir sedyeye yatırıp "Bundan bir nane olur mu?" diye sorabilecek bir zihin. Aman, hem de ne zihin! Renkli renkli servis tabakları, sürahiler, kek kalıpları! İkimize de birer çalışma odası!

Uh. Bir de balayı. E güzelmiş.

Not: Yavaştan bloga geri döneceğimin resmidir!


Mart 27, 2012

Yepyeni Blogum!


Şu sıralar hayatımı kurtaran postcrossing üzerine yazmıştım buraya da birkaç kez. Her bir kartı arşivlemeye ve üzerlerine ne düşündüğümü kısacık kısacık yazmaya karar verdim. An itibariyle 60 civarında kartım var; henüz 4 tanesini göstermekte blogum. Sıkı çalışmak lazım. Haydi!

Pullarını dahi tarayarak dünyayı dolaştıracağım size! Kimler geliyor benimle?

postcrossingimbenim.blogspot.com

Mart 04, 2012

Piotr Frolov ve Neffis Resimleri

Sevgili okur, Rus sanatçının hayal dünyası ile tanış istedim! Bilhassa ilkindeki "dışarısı", bence olağanüstü.

Buyursunlar:




Şubat 28, 2012

Yeni Bir Hayat!

Sevgili okur, söyle bana: yepyeni bir hayalden daha müthiş ne var dünyada?

Yapmakta olduğum işin ne kadar manasız olduğuna uyanıyorum uzun zamandır. Ve hemen azgın bir uzuv gibi bir ikinci "ben" fışkırıp bir köşemden, beni "bir kişi bile anlasa"ya iknaya çalışıyor. Bir yandan da, hayatta yüzümüze vuran rüzgârlara koku diye karışmış "mesaj"lar da var, seziyorum, biliyorum. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor-dum.

Artık kendime yeni bir hayal buldum. Ne "iş", bu iş. ne de "yer", bu yer. Ve tabii, ne de "İnsan" bu insan.

Hayaline vurulduğum bir insan modelinin pek canlı bir örneği de karşıma çıkınca, hele bir de ömür boyu yanımda olacağını deyiverince, "Tamam" diye aklıma düştü. "Ben bu hayatımı bi daha bi yoğurayım bakalım". Beynimin kıvrımlarında daha yeni yeni yokluğundan varlığa geçen düşünceleri bile "anlayabilen" bu zihin, kaygımı da görüyor, korkumu da. Elimdekini de görüyor, ardımda kalanı da.

Oturduk ve bir hayal bulduk bana. Riyadan kurtulacağım bir eylem planı! Dedikodu yapmak zorunda kalmayacağım yeni bir rutin tasarımı! İçimde kalan hevesleri kağıtlara, kalemlere, dijital beyinlere akıtacağım yeni bir gençlik imkânı.

Haydi bakalım önümüzdeki yıllar. Sizde biraz sakin olmak var.

Şubat 17, 2012

İnsana Kafayı Bozduran Rus Kartpostalları

Efendim, daha evvelce Postcrossing'ten bahsetmiş idim. Yan tarafta linkini de görebilirsiniz.

Şimdi size epeydir göstermek istediğim, sitede dolaşırken özellikle dikkatimi çeken Rus kartpostallarından bir seçki göstereceğim. Hepsine de dakikalarca bakabilir, iç çekerek masal alemlerinde gezebilirsiniz kanımca. masallarla örülmüş bir hafıza var demek bu adamlarda. Al sana yansıması. Kartpostal kardeşim bu. Ben çıkıyorum Kadıköy'e, anca güzeller güzeli istanbul'umun kötü mü kötü, uyduruk mu uyduruk fotoğrafları. Neyse, dertlenmek yok, masallara gömülmek var!

Not: Zürafa biraz "masal" konseptinin dışında gibi görünebilir. Göstermesem ölürdüm ama! Ayrıca belki de çok üşüyen bir zürafanın masalı da vardır oaralarda. Hatta bu anlam veremediğimiz hayat, bir çok üşüyen zürafa masalıdır? Hım?

İyi seyirler!








Şubat 15, 2012

John William Godward ve Hiçbir Zaman Gidemeyeceğimiz Sonsuz Bahçe

Eda Ağbulut'a, çünkü bir ressamın adını ilk defa kulağıma söylemiş ve beni tam şu anda buralardan kurtarmıştır.

Belki ömrün boyu aradığın o bahçeye bir gün varacaksın. Öyle bir mutluluk ki o zaman, "şöyle bir uzanmak" gördüğün gibi, yeni bir anlam bulacak.


"Biraz oyalanmak" belki böyle, yıllar yıllar alacak, yaşlanmadan. Düşünecek, düşünecek, düşüneceksin. İçini çektikçe ciğerlerine dünyadan bir şeyler dolacak. Sakin sakin bekleyeceksin. Acaba cevap, o büyük ışık nerelerden doğacak.

Ve o zaman belki nilüferler soracak: "Neden?". Uzun uzun bakacaksın sen de onlara, bakmak bir cevapmış gibi -ah!- yüzünde bir gülümseme. "Bilmem ki, diyeceksin. Bu bahçede de bulamadım ben bu cevabı". Yine ve yine ve yine çaresiz, uzaklara bakacaksın.


İşte böyle.

Şubat 08, 2012

Çok Acayip Bir Şey: "Gülce"

...


Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir dilber kalesinin burcunda
Vazgeçilmez belaya nazır
Topuklarım boşluğun avucunda
Derin yâr adım çağırır
Kaldım parmaklarımın ucunda
Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni ha itecek

...

Ömer Lütfü Mete

Şubat 07, 2012

Dünya Evi

Girmek üzere olduğum büyük bir kapı ey okur. Kocaman. Ardı belirsiz. Rengârenk yapraklarla kapanmış önü. Uzuuuuuuun bahçede sakin sakin yürümekteyim. Aylar süren bir bahçe. Kapının arkasında masal melekleri mi, kapı altı cinleri mi. Sönen umutlar mı, yeni düşler mi. Yeni kek tarifleri ve belki bir bahçıvan tulumu. Kahveler, tabii. Kitaplar, karmakarışık sorular. Odalara çekilmeler, surat asmalar. Balkon sessizlikleri, yıl dönümü geyikleri.



"Dünya evi" de ne güzel lafmış. Ağlarım bak şimdi.

Şubat 01, 2012

Sevgili Kar, Sana Bazı Sorularım Var!

1. İstanbul'a çok yakıştın, biliyor musun?



2. Tanelerinin hepsini sen mi tasarlıyorsun? Yağmadan evvel mi tasarlıyorsun yoksa spontane mi gelişiyor?

3. Karların yazın sokağa çıkması hakikaten yasak mı? (Değilse, 14 Temmuz'da İstanbul'a gelsene!)

4. Sonunda eriyeceğini bilerek yağmak, biz insanların kaderine pek çok benziyor. Bunu daha evvel düşünmüş müydün?

5. "Kardan adam" nasıl fikir ama?! =)

6. Kara tapan bir millet var mı hiç dünyada?

7. Hiç şiir okudun mu? Okumuş gibi bir hâlin var da!

İstediğim sorudan başlayabilir miyim, der gibisin. Tabii, elbette, muhakkak başlayabilirsin!

Ocak 20, 2012

Hayat Ne Zaman Güzeldir?

Hayat, kanımca bir yeni hayatlar silsilesi olduğu vakit güzeldir, yahut olacaktır sevgili okur!

Şu anda zihnimden taşan ıvır zıvırın içinden ancak bunu ayıklayıp çıkarabildim. Bu yaz yeni bir hayata başlıyorum. Bundan 4 sene evvel de yeni bir hayata başlamıştım. Ve 2004 yazında da.

Kendimi elime alıp tak diye sert zemine fırlatmaktan daha mantıklı / manalı bir şey yok bence, göremiyorum. Her bir yaşam tarzı, her bir yeni ev, her bir yeni rol / kimlik yahut yeni sorumluluklar dizisi bir süre sonra tüketiyor kendini. Hiç ediyor. Ve geçmişte, "temel"de, eskide, en geride ne varsa o alıyor bunların yerini. Bu temel çürük bir temelse, yahut yamrı yumru ise, ne bileyim temelde teknik bir sorun yoksa ama "sana göre" olmadığından yaşamına temel teşkil edemediyse... İşbu şartlar altında tutacaksın kendini, kaldırıp taaak diye. Evet, başka çare yok, görünmüyor.

Ocak 19, 2012

Bir Güzelim Terazi

Twitter'da Nadir sarıbacak yazmış: "İki günü eşit olan ziyandadır".

Düz mantık bakarsan iki farklı günün eşit olamayacağı malumumuz tabii. Fakat sanırım bu kadar kestirmeci atmacı olmamak lazım gelir. İnsan kendine sormalı "Bugün ne yaptım?". Hani böyle dile getirip de "yaptım" deyince bir ağırlığı olan, ne yaptım?

Yavaş yavaş bir şeylerin ucundan tutmak. Ama kendim için. Sevgili okurum, işte istediğim bu!

Ah güzelim terazi, eşitleme günlerimi!

Ocak 14, 2012

İçimde Uyuyakalmış Tilkiye ve Ölü Edip Cansever'e Küçük Mektup

Mumlar elma kokuyor,Oblomov rüya anlatıyor. İçime bir durgunluk, içimdeki tilkiye bir yılgınlık geliyor. Derin uyusun Allahım! Amin.

"Tilki tilki derin uyu,kalbimdeki sen değilsin
Ne derdi bilge kişiler: Herkes kendi yerin bilsin.

Gördün içimde bir kuyu, attın o meşhur peyniri
Metaforsunuz aslında, anlasınlar diye beni"

Tilki tabii, uykusunda bile tilki, veriyor acıklı cevabı:

"Anlamazlar ki"



Gel Edip Amca, çekinme. Tilkimle ben, biz bizeyiz; biz bize. En azından aklıma gel. geldi!

"Ne çıkar bizi anlamaktan" ("Petrol"den)
"Ne çıkar siz bizi anlamasanız da.." ("Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka"dan)

Yaa, Edip Amca, ikisini bir araya koyduğunun dünyası! Hâlâ dönemkte. Tilkinin de yazgısı bu. Koşturup peynir peşinde, nifakları dökmek içimize. İnsanlarla, kolaylıklarla aramıza girmek. Şiirle, şairle, üzünçle, aynayla, elma kokan mumlarla falan hemhâl etmek bizi. Kış mı gelmiş, uyumak. Öyle bir şeyler işte. Sen gittin dünyadan ammaaa hikâye hâlâ aynı hikâye...

Postcrossing: "Zarflar Üstü Pullarım / Ne Diyardan Haber var?"

Sevgili okuyucum,

Uzun zamandır sana Postcrossing denen mucizevi iyilik hareketi ve yazı/mektup vs. sever kişinin bu koskoca ışık huzmesi karşısında içine düştüğü ve ciğerinden hayretlerin hayretini, sevinçlerin sevincini taşıran o büyük çaresizliği yazmak ister idim. Nasip bugüneymiş.

www.postcrossing.com

Bahsimiz bu siteye dair! Birileri çıkmış, bir şey yapmış. İşleyişi çok kısa aktaracağım; meraklısı için geniiiişçesi sitede yer almakta. Tek mesele İngilizce bilme gereği.

Şimdik, kaydoluyorsun. Adresini vermen gerekiyor bunun için. Artık güvenip güvenmemek senin elinde ama siteyi biraz gezsen güvenirsin bence. Çünkü tertemiz, disiplinli, içten ve düzgün bir görüntü var orada. Kural şu, aynı anda 5 kart yollamak için rastgele adres alabiliyorsun sistemden. Ve onlar birer birer ulaştıkça başkalarının o 5 adreslik hakkında karşısına çıkacak isimlerden oluyorsun. Yani, karşılıklı olmuyor kart yollama işi. Sana yollayan ile senin yolladığın tesadüfi olarak belirleniyor ve farklı oluyor. Detaylara bakabilirsin.

Ben bir öğrencimden edindim bu bilgileri ve hemen "Bu gerçek olamaz" diye düşündüm. Anlattığım 2 kişi de "e-kart" zannetti önce bahsedileni =) Hehe, ihtimal ki sen de öyle sandın! Hayır canım, kanlı canlı; gidilip postaneye verilmiş kartlar. Şu an itibariyle elime 8 adet kart ulaştı. 2'si Almanya'dan, diğerleri ise A.B.D., Tayvan, Rusya, Finlandiya, Letonya ve Macaristan'dan. Hepsi başka masal alemi. Profilimde yazmıştım, bana ilüstrasyon bişiler yollayınız reca ederim diye.

Geldikçe bunlar uzuuuun uzun bakıyorum. Pullara, zarflara, yazı karakterlerine, isimlere, arkalara yapıştırılmış minik minik stickerlara... Bu insanların zoru nedir sevgili okuyucum? Hım? Bu proje hakkında geliştirilebilecek en kötü niyetli iddia sanırım şu olur: "Herkes kart alabilmek için yolluyor; sonuçta kart atmalarının bir karşılığı olduğunu biliyorlar". Evet sevgili kara kalp! Aynen öyle. Ben mesela, bana ne gelecek diye kudurarak yolluyorum her birini, doğrudur. Ne kadar çıkarcıyım diğ mi =)

Şimdi sana Finlandiya'dan gelen kartımı göstereyim ey insan! Sevgili Panda (Adı yok, bunu kullanıyor takma ad olarak)yollamış. Sitede benim bu kartı beğendiğimi gördüğü için yollamış, öyle diyor. Tanımadığım biri, benim için, bu detayı hesaba katıyor. Ve ben "dünya kötü" diyorum. Vay hâlime!




Ben şimdi sana bir şey diyeyim fakat gülmeyiver e mi: Ben belki de bu projeyi duymak için öğretmen oldum! Belki yolladığım bir kart birinin aklına bir şey getirecek. Misal, merak edip İstanbul'u araştıracak / gelecek / yerleşecek... Yahut çocuklarım bu koleksiyona baka baka "dünya"yı benim kafamdakinden daha "güzel" hayal edecek de benden daha mesut kişiler olacaklar büyüyünce. Ah, neler ve daha neler neleeer. Böyle bir şey değil mi sence de hayat? Koy elini önce vicdanına, değil mi ha?

Bi' de son bir şey. Vardır ya, "Bizde orta öğretim çöktü" diye. Yazık ki ben de buna kanaat ediyorum kartlar geldikçe. Sence ey insan, bu farklı ülkelerdeki, tesadüfen seçilmiş insanların hepsinin mi yazısı bu kadar karakteristik olur? Bu kadar "özenli" olur? Benim çoğu öğrencimin yazısı bok gibi. 80 kişilik Mimarlık sınıfımda saysam "düzgün" denecek 10 yazı ancak çıkar. Bunun yetenekten başka bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu, insan düşüncesine, olanaklarına, yatkınlıklarına verilen değerle, bunların ne derece adam gibi işlendiği ve zihinlerin nasıl yönlendirildiği ile yakından ilgili. İnternet nesli falan diyoruz, bu gördüğüm yazılar da bu nesil sevgili okuyucum. Ve burada, "Mimar olacağım!" diyen çocuğun "yazısı"na bakıyorum. Üzülüyorum. Üzülüyorum. Üzülüyorum. Ama kazancım üzüntü değil, farkındalık.

İçinizde haberdar olduğuna sevinen ve aramıza katılan olursa, ah, ne güzel olmaz mı!

Şöyle diyorlar efem:

"Happy postcrossing!"

Ocak 11, 2012

Bu Gece Kadınlara

Edip Cansever'in adını bir türlü hatırlayamadığım şiirinden bir dize bu: "Bu gece kadınlara". Kendini "bir yerlere vurmak" derler bir insanlık durumu vardır ey okur gözü, aha bu da onunlan ilgili.

Nereye vuruyorum bu gece kendimi? "Kırmızı bir at çizerdim / Kırmızı bir at, bak bu da kafası / Nereden geldim, nereye giderdim / Bu da düşünen kafanın bana sorusu" diyen pek sevgili Yasemin Mori'nin konserine. Üniversite çağlarımda kafacığımın içinde, Mercan Dede'nin sıkça sahne aldığı yer olması hasebiyle bir cennet mekan ütopyası hâlinde yüzmüş durmuş Babylon'daki konserine. Yasemin Mori'yi benimlen beraber pek seven bir cânım ile birlikte. Aslında bu hem de benim hayatımda gideceğim ilk bar konseri, umm, böyle deniyor bunlara diğ mi?



Tam manasıyle, "Bu gece kadınlara". Bakalım neler dökülecek önümüz sıra yollara. Hem giderken kadıköy'den doğru; ve hem de dönerken gece, yağmur ve baht ile kol kola. Derken, bilet bitermiş mesela. Ama bitmez sanırım, öyle demiş Babylon'da çalışmaktaki şahıs. Bitmez, demiş. Bana kalırsa, "Korkmayın ahmaklar!" da demeye getirmiş. Bundan sonra kimse demeye getirmesin, desin. Gidilecek yerler var, zaman dar. hayat bi' tane hayat.

Nasıl konu dağıtırım, şaşarsın. Ben ki, cümlenin öğeleri anlatırken hayatın anlamını sorgulamaya doğru konuyu çekiştirebilen insanım. Dağınık kafa, bir erdemdir desem korkacaklar. Bu yüzden böyle konular açılınca uzakta görünen ışığa çok da yaklaşmadan susarım.

Şu noktada dönülmesi zor görünen konuma can havliyle dönecek olursam, Yasemin Mori diyorum sevgili okur.

"Yasemin, bence insanlar birazcık değil, çok aptal!" demeye cesaret edemeyecek olsam da, aynı havayı solurken bunu içimden geçirmeye gidiyorum. Benim de cesaretten anladığım budur efendim. Ama çok aptal değiller mi gerçekten?

Ocak 07, 2012

Neler Neleeeeeer

Sevgili okur,

Bloga geri dönmeyi beceremediğim zaman içinde pek çok şey vuku buldu. Her biri için başka yazı yazsan, yazılır.

- "A Dangerous Method"u izledim. Freud'u da Jung'u da feci yüzeyde gördüm, canım sıkıldı.

- "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi"ni izledim, ben pek sevdim ama üstüne okuduklarımdan sonra keyfim kaçtı.

- "Kürk Mantolu Madonna"yı seneler sonra bir daha okudum ve anlatıcıya bir daha bayıldım. Bir aşk romanı olmadığına tam manasıyle kanaat ettim ve bu vesile ile her bokun aşk üzerinden değerlendirilmesine ne derece uyuz olduğumu bir defa daha hatırlamış oldum. Ve evet, bence dünyadaki üstüne konuşmaya değmeyen tek insan meselesi "aşk"tır. Bundan artık neredeyse hiç şüphem yok.

- Evlenme teklifi aldım. Aslında zaten evlenme planı yaptığım zat-ı muhteremden. Ama işte, zat muhterem olunca sürpriz mürpriz aramıyor gayrı insan.

- Dün bir dizide nikâh sahnesine ağladım. Gelinlik gözüme bi' acayip göründü. Sonracığıma, geçsin hemen bu durum istedim. Geçsin de işimize bakalım. "Ben"den gayrı dert edinecek çok insan var dünyada. Öyle ki, "Hay senin giyeceğin gelinliğe" diyesi geliyor insanın kendi kendine.

- Mustafa Altıoklar'ın "Banyo" filmini izledim can sıkıntısından 2.defa. Tıpkı ilk seferinde olduğu gibi, bu filmin kötü olmadığı sonucuna vardım. Ama "güzel" demekte bu kez zorlandım. Sonra da Allahım dedim, var oluş hiçbir nesne için noktasını bulmuş değil demek ki, dedim. Sen sabır ver.

- "Oblomov"u okumaya başladım. Nedense hep korkmuş idim bu romandan, yahut çok da mühim değil gibi gelmiş idi. Fakat an itibariyle içim kıyıla kıyıla takip etmedeyim İlya İlyiç'in "yaşama" hevesini.

Sevgili okur, hoşça bak zatına e mi.