Mayıs 31, 2011

Kendime Sevinçli Haber!

Bugün, evet, dünya gözüyle seni gördüm.

Gördüm evet seni, kendi gözümle.

Gözüm hâlâ benimdi ve seni gördüm.

Açtım gözümü, bir an sanki bitti şapşallık ve seni gördüm.

Sevgili Oruç Aruoba.

Nasıl Bayat Bir Soru: "Neden Felsefe?"

İlk gençliğimin hatrı sayılır kısmı, “Felsefeciler ... olur” şablonundan üretilmiş sapır saçma cümlelere meydan okumakla geçti. Sanıyorum okuduğu bölümle “yargılanan” insanlar arasında felsefe okuyanların / mezunlarının epey yeri var. En koyanı da, bölümdeki arkadaşların bir kısmında da aynı paralelde fakat farklı tezahürlerde bir aymazlığa şahit olmaktı. “Tamam güzel de, ne işe yarar bunlar?”. Bu tarihin en sığ sorusu, belki de eğitim sistemimizin en büyük eksikliğine işaret eder: Biz, düşünmenin neye yarayacağını bilmiyoruz! Biz, sevgili okur, düşününce ne olur, farkında değiliz.

Bugün bir vesile ile üniversitede çok kıymet verdiğim bir hocam ile iki dakika konuşma fırsatı buldum. “Her şey” için teşekkür ettim kendisine. Tabii, onun kafasında neler canlandı orasını bilemem fakat ben çok büyük anlam yüklemiştim bu teşekküre. Zira, benim güzel bölümüm, bana hem felsefenin neye yarayacağını, hem de temelde insanın düşünmesinin nasıl bir etkinlik olduğunu zekâmın da müsaade ettiği ölçüde anlatabilmişti. “Bunlar ne işe yarar?” eşiğinden dönemeyenlerden farkım ne idi, bilmiyorum. Belki kişisel deneyimlerimin payı vardır. Evet, genellikle buna bağlarım: Ben hayatımın 18 yaşına kadarki evresinde çok defalar çok acayip mevzularda düşünmek zorunda kalmıştım.

Bu, beni sıkıntıya sokan sorunun kaynağı ayrı bir mevzudur, ama kabaca fazla maddeci olmaya bağlanabilir; yahut çıkarcılığa. Ama yazık ki, bunu üstünkörü saptadın mı mesele kapanmıyor. Ne kapanması? İçinde bile sayılmazsın meselenin!

Birilerinin birilerine acele olarak anlatması gereken bir şey bu sevgili okurum. Etrafımıza baktığımızda göreceğimiz “dünya” doğaya eşdeğer değilse, ki değildir, bu insanın düşünebilmesine koşuttur. Düşündüğümüz için TV var, düşündüğümüz için tıp var. Düşündük de öyle uydurduk “toplum” denen düzeni, siyasi sistemleri. Düşündük de bu “sayede” demiyorum, dikkat. Bu zorunlu bir yolculuk! İnsanın doğasında var düşünmek. İnsanın özü merak. Bugün iki satır saçmalıkla tatmin olan beyin, kasti biçimde “kötü niyetli” insan aklı tarafından sulandırılmış beyindir. Kimse çıkıp “Ben pek meraklı değilimdir” demesin. Meraklısındır kardeşim, ama belki merak ettiğin şey giderek saçmalaşaır ve kendisine hiç “Evren, nasıl bi’ şey ya... Vay anasını!” dememiş insan örnekleri türeyebilir. Bunların hiçbiri bize, “Aman canım, ne işe yarar felsefe” diye hakkını sunamaz. Çünkü onlar bu halleriyle “insan” olmanın ölçüsü / ölçütü olamaz. Bak yine sinirleniyorum.

Bugün, yine, hem de bir yazarın ağzından bu mevzu dile geldi de... “Evet, bir marangoz değildir felsefeci” filan dendi. Gûya felsefe etkinliğinin amacı saptanacak. Esas konu da değil bu üstelik, bu satır arasında yapılacak. Efendim felsefeci marangoz değilmiş. Vauv. Felsefenin amacı cartmış curtmuş. Sevgili okurum, ey sevgili okurum, ey insan, felsefe bizim insan olarak zorunluluğumuzdan doğmuştur. Meslek değildir. Amacı yoktur hatta belki de. Sana yalvarıyorum, sor kendine. Ne sorarsan sor, yeter ki sor!
“Bu dünya nasıl bir yer!” de.
“Neden bana bunu yaptın sevgilim?” de.
“Nasıl çalışır bu cep telefonu denen nane?” de.
“Bu dilencilere para vermek gerekir mi acaba?” de.
“Yoğurdu ilk yapan nasıl yaptı ki ya?” de.
“Blogları yasaklamak saçma değil mi ama ya?” de.
Bu sorularla başlayacak yolda indikçe ineceksin aşağılara. Kendine doğru. Arzın merkezine doğru. Başka türlü, yemek-sıçmak-üremek dışında bir mana bulamazsın yaşamına. Kaldı ki, bu dünyadan senden önce tüm bu adamlar, hatta dur, tüm bu adamlara bile gerek yok bir tek Oğuz Atay bile geçmişken senin anlamının yemek-sıçmak-üremek olması olanaksız. Yani yükün burda, ister gel al taşı. İster boşver. Ama n’olur “Bu okulda gördüklerimiz neye yarar yeağ” deme. Vazgeç bu sevdadan. Her şeyi avuçlayamazsın. Hem bana kalırsa, avucumuzda tutmaya müsait bir “gerçek”, bir “rûya”, bir “huzur” bi’ boka da benzemezdi.

Mayıs 30, 2011

Koyun Say.

Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülü, hatırla! Peki ya huzurlu, uzun bir uykuya giden yol. Koyunlar sevgili okur. Evet: "Beeeeğ!".

Koyun saymak, zannediyorum ki vicdanın sayıklamalarından başını alamamış, bundan uykusu kaçmış insana deva olamaz. Pofur pofur tüylerini sevdiğimin koyunları sizi, evvelce vicdanlı kişiler beklersiniz değil mi? Biz de bekleriz. Dikkat: "buluruz"a varması güç bir "bekleriz"dir bu. Olsun, bekleriz. Öyle aklımıza geldikçe birbirimize iyi uykular da dileriz.

Uyku istiyorum ben. Ha, her gece uyumuyor muyum zaten? Uyuyorum. Ama her uyuduğuma "uyku" demem; her gördüğüme "rûya" diyemediğim gibi. "Rûyaaaalaaaaaar... Rûyalaaaar gerçek oooolsaaaa" diyen Emel Sayın'ın sesinden göğe dağılan pembe pembe puantiyeler, gelsin elbiselere yapışsın mesela. Ben de bir gece evvel gördüğüme "rûya" diyeyim. E değil mi ama, iş mi, ben şimdi terle uyandığım, yataktan kaçar gibi fırladığım sabahlarda nasıl kendi kulağıma eğileyim de "Günaydın" diyeyim içim rahat. Cevabı yapıştırmaz mıyım kendime o zaman: "Sen buna uyku diyorsan..."? Yaağ, onu diyorum işte. Uyku gibi uyku için bana huzur lazımdır. Huzur için bana vicdan lazımdır. Vicdanımın karnı iyilikle doyar. Vicdanımın canı pek sık muhasebe çeker. Vicdanım tam kaşları çatacakken kulağımdan tutar, öyle hızlı çeker ki, ne olduğumu şaşarım. kafamı diğer tarafa çevirir, yüzüne bakamaz, hızlı hızlı eve uzarım.

"Huzur için bana vicdan lazımdır" dedim ama yeter mi? Yetmez. Başkalarının vicdanına da ihtiyaç duyar bu huzur dediğin. Öyle ya, gün aşırı kalbinden kanlar fışkırsın, sen tut "Ne de güzel uyudum yah!" diyebil mesela. Cık, olmaz o öyle. Ben işte, öyle uyku isterim yakın zamanda. Kanlar dedim diğ mi, valla evet, fışkırdılar, yalan yok.

Koyunlar. Acaba diyorum, bu koşullarda, huzurlu bir uyku isteyen bu harman yeri kafama bir öneriniz var mıdır? "Harman yeri diyorsun madem kızım, savur gitsin rüzgâra"? Öyle mi?


Kaç adedinizi saymak bitirmek bana yarar acaba? Kaç kocaman sürü arka arkaya? Dünyanın bütün çayırlarından gelenleriniz yetmez. Biliyorum, yetmez. Hayal bahçelerinde keyfine bakanlarınız da lazım bana! Ey pofur pofur tüylerine kurban olduklarım, canım anlaşılmak istiyor. Canım "söz" istiyor: Beeeğ! Başlangıçta söz varmış, umm, duyduğum en sâkin, en "açıklayıcı" şey. Yüce Allah'ım, söz varmış değil mi başlangıçta. O zaman bana cennettinden de koyunlar gönder! Bana başka kalplerden pılısını pırtısını toplamış vicdanları unuttur; yollarında rahat etsinler. Zamanında bana verdikleri yeter. Benim bugün olduklarım yeter. Bana ancak bir uyku. Allah'ım, bana n'olur kara kara deliklere düşmüş de yakaran iyi kalpli koyunlarından gönder!

Ey pofur pofur tüyleriyle yanıma koşacaklar, elime bir resminiz geçti. Bir kaktüsün kenarında azıcık dinlenmekteymişsiniz, öyle mi? Ziyan yok. Bu gece ben yine rüyamda eski ızdırapları görüveririm. İş ki, yorgun gelmeyin, iş ki zamanında gelin. İş ki, önünüze iki lokma bir şey koyduğumda "Yedik de geldik" demeyin.

"Mutluluk"la Barış Antlaşması


Hep yok saydığım, değerini azımsadığım mutluluk. Acı ile tezat zannettiğim. Boş kafalara yakıştırıp kendimden uzak bellediğim. bu yanıldığımı anladığım gün, bir anlaşma imzalamaya meylettim. Oturtuk şartları düzenledik.

1. Sâkin olunması esastır. Her iki taraf da aceleci olmayacaktır. Ne mutlu olmak isteyen beklerken; ne de mutluluk gelirken.

2. Korku ile bağları sıkı tutmak mühimdir. Mutluluk, kaybedileceği korkusunu sembolize eden siyah bir şemsiye taşır, görünce korkulmamalıdır.

3. Detaylar sevilmelidir, kafaya ziyadece takılmalıdır.

4. İnsanlar detaylara kıyasla çok az önem arz eder. İnsanlar kafaya takılmamalıdır. İnsanların kafaya takılmayacakları zamanlarda, "zaman" başta olmak üzre bilumum soyut kavramlara ilişkin olarak 3. kural geçerlidir.

5. Mutluluk ara sıra serbest bırakılmalıdır.

6. Mutluluk asla bencilce tüketilmemeli, en fazla yarısı yendikten sonra diğer yarısı birilerine muhakkak surette ikram edilmelidir.

7. Gerçek üzerine etraflıca düşünülmelidir. Hayale hak ettiğinden fazla kıymet atfedilmemelidir.

8. Mutluluğun ziyarete geleceği hususunda ümitsizliğe kapılınmamalıdır.

Mutluluk: =)
Arda Sedefçigil: ardaS

Mayıs 23, 2011

Vincent İçin Neşeli Ağıt


Bir teleskop balığı ölürse ne eksilir dünyadan? Bugünün sorusu budur sevgili okur.

Bir teleskop balığı ölürse, hım? Sadece bir teleskop balığı mı eksilir? Yani, bu güzelim hayvancağız, ancak bir teleskop balığı olmayı mı becermiştir? Zannediyorum, bu da zor sorulardan biri. Ummmh, zor bir soru yeterince kıvama geldi miydi tadından yenmez bana kalırsa, neresinden ısırsan ağzında dağılır! Hafif hafif bir serinlemesi olur onun, bir şeyde bulamayacağın bir kendine has lezzeti olur. Kıvamına gelmiş bütün zor sorular, damak tadı gelişmiş meraklı zihinler arzular. Evet, bence kesin böyle yapar.

Yol arkadaşımlan aldığımız, siyah pörtlek gözlü (zaten teleskop balığı olduğu için) Vincent adını verdiğimiz sevgili balık, ölmüş. Bu sabah telefonda öğrendim. Beklediğimiz bir şeydi bu. Yemiyordu bir şey. Kavanozun dibinde öyylece duruyordu. Yüzmüyordu. Ey ömrünün son birkaç gününde yüzmemiş, bir şey yememiş balık, aklımdasın!

Üzüldüm duyunca, ama bir de nedendir bilmem, gülümsedim. Belki günlerin güzelliğiydi. Belki gülümseyecek bir şeyler arayan şapşal bir kızım bugün. her ne ise nedeni işte, gülümsedim. Bazı düşünceler, bazı ferah gölgeler geçti kafamın kenarından.

Acaba, bir şeye mi üzülüyordu. Hafızası 10 saniye olan bir hayvan için düşük bir olasılık gibi. =) Latife ediyorum, zaten "bilinçli" de değil, değil mi? Ummh. Bu soru da leziz, bu soru da zorlu! Misler gibi koktu burnuma! Zira, sormalı bence insanım diyen, "bilinç" ne demektir hattızatında? Tamam, "bizim gibi" bir bilinci olmayışı, bizim gibi davranmayışından açıkça seziliyor. Eh, zaten göz var izan var, fiziksel durumu müsait değil bizim gibi olmaya. =) Fakat, bence ölümünden birkaç gün evvel hiçbir şey yemeyen, öylece duran bir balık en azından hastadır. "Acı" çekmektedir. Bana kalsa bununla tanımlardım "bilinç" denen şeyi.

Sevgili okurum, insan dediğin kafası karıştıkça güzel! Vincent'ın ağıdı bundan neşeli işte. Sadece bir teleskop balığı değildi o. Bir "hasta" idi. Bana bunları düşündüren oldu sonra da. Bunun adı, "bu dünyadan geçmek" değil mi? Bana şu ilhamın milyonda birini vermek şöyle dursun her an her dakika yaşama sevincimi kıran, güvenimi sarsan, umudumu kıran insanların var olması yanında bu canım teleskop balığının "bu dünyadan geçmişliği" pek daha mühim sayılmaz mı? Evet yalnız bizleriz bunları düşünecek varlıklar. Peki ya düşünceyi dürtükleyen, harekete geçiren, tek bir saniyeye koyuverdiği parmağıyla yılların kafa karışıklığını nihayete erdiren "ilham" kaynakları, psikologların kuru deyişiyle "uyarıcılar"?

Günaydın sevgili okurum. Bir teleskop balığının ölümü ile daha fazla yer açıldı yaşamlarımıza. Bundan bize düşen görevler var: kafalarımız karışsın, kıvama gelmiş neffis sorular ağızlarda dağılsın. Karışsın, dağılsın ki biz de şu hayata "hayat" diyelim rahatça.

Günaydın!

Mayıs 15, 2011

Uyarı Mahiyetinde


Çok günaydın sevgili okur!

Artık akşamın altısında "günaydın" denebilecek günlere geldik. Sular akmıyor, zaman geçmiyor sandığımız günlere yazıklar olsun! Şimdi açacağımız her pencereden güneş girecek içeri. Şimdi giysimizin kolu kısa değilse, bunalacağız! Şimdi artık, özgür olmaktan, hafif olmaktan ve dahi huzura boğulmaktan başka çare kalmadı. Bahar gelmedi diye üzülmüştün değil mi: Bak Allah'ın işine ki, onun yerine birdenbire yaz geldi.

Böyle sıradan şeylerden söz etmeyi nasıl özlemişim. Büyük laflar yok hayatta, varsa da yalan. İyi biliyorum artık. Bir gün bir roman mesela, küçük laflarla, minicik laflarla yazılacaksa, o zaman benim zihnim haklılığının bayramını ilan edecek! Laflar büyüdükçe azalan bir samimiyetin güvertesinde, tedirgin geçmiş bir yolculuklar silsilesinin hemen sonunda, durak mıdır liman mıdır, ama kesin "son" olan bu noktada, kendime varmaya az kaldığını ciğerlerimde duydukça, evet işte, alıyorum bir ilkyaz nefesini. Özlemişim, sıradan şeylerden söz eden, durgun, alçak sesimi. "Heyecan"ın sesi bağırmaz mesela, onu da iyi öğrendim!

Ne çok öğrenmişim bu ara ey okurum, görüyor musun. Gör. Gör diye anlatıyorum. Sonra dön bak etrafa, kendine dön bak. Olur da huzura doğru bir adımına bir nebze katkım olursa bir gülümse o uzaklardan bana.

Günaydın sevgili okur, sakın onlara kanma!

Mayıs 14, 2011

Gerçeğe Selam!


Bir sabaha daha uyandım! Hava güzel. Evimi toparlayacağım. Sonra keyif vaadeden mutfak işleri. Son günlerde içimde garip bir his var. Bir şeye çok üzülünce, yahut sinirlenince hep böyle oluyor: bir revizyona giriyorum sanki! Bir şey kaybetmenin eşiğine gelmek yahut kaybetmek. Henüz kafası çok karman çorman biri olmakla beraber sanırım ikisini de yaşadım son on günde.

Bir şeyi kaybedecek gibi olduğunda, ya da kaybettiğinde "daha kötüsü olamaz" hissinin ağırlığı önce bir sıçıyor ağzına. Ama sonra eskiye nazaran çok daha sağlıklı düşünmen için cesaret de veriyor beklenmedik biçimde! "Bundan sonra böyle yaşayacağıma göre..." dedikten sonra korkusuzca bakıyorsun olup bitene. Ve eğer kendini suçlu hissetmene neden olacak bir şey bulamazsan, kendini alıyorsun kucağına bir güzel, okşuyorsun, okşuyorsun. Şefkat ancak böyle güzel, öğreniyorsun.

30 yaşıma bir buçuk yıl kala, şunu anlıyorum: olgunlaşmakla yalnızlaşmak arasında, gençlik enerjisi yahut "dost canlısı olmak" gibi ilk gençlikte pek güzel görünen bazı şeylerin görmemize mani olduğu sıkı bir bağ var. Yol arkadaşım geçenlerde demişti ki: "Asıl 30'dan sonrası bence...". Yüzünde her zamanki sakin gülümseme. Bense yerimde var gücümle haykırıp zıplamak istedim o anda! "Hayır! Ne otuzu!". Ama ı ıh, şu anda en azından, başka bir his içindeyim. Kaybolacaklar kaybolsun, yitirilecekler yitsin. Anlaşılacaklar anlaşılsın, öğrenilecekler öğrenilsin. "Olgunluk çağı"nın malzemesi olacak bir "ben" biriksin. O zaman işte, yavaş yavaş, o senelerce okumadığımdan utandığım romanları okuyayım. Şimdi hiç utanmıyorum. Şimdi bir eşiği atlamış gibiyim. Zamanı gelmemiş hiçbir şeyi yapmadığım için artık kendimden utanmıyorum! Zamanı gelenin nasıl da "geldiğini" iyi gördüm çünkü.

Sonsuz bir boşluk düşün. Bahar göğü gibi apaçık mavi. Hiçbir şey yok, bir salıncaktan başka. Şimdi bu hayale bir de kocaman minder ekledim. İpleri nereye bağlı bilmediğin bu salıncakta en sevdiğin şarkıları bağıra çağıra söylersin. Ara sıra mindere uzanır dinlenirsin. Ama bak n'oluyor: mindere inince kahve istersin, o çok sevdiğin şairin kitabı, "ahh olsaydı" diye hayıflanır, onu bulunca bir dizeyi pek sevip "sevgilim de olsaydı" dersin. Dizeyi ona okuyacaksın ya. Dikkat edersen açık mavi sonsuz gök hayalinin çi gittikçe dünya ile doluyor. Bu da sanırım insanın gerçeğe mahkumiyeti oluyor. İşte bundan, sadece bundandır ki artık gerçeğin içindeki dehlizlerdedir bütün dikkatim. Bir odadan görünen gökyüzündedir. Artık gerçek olanı küçünmsemekte pek bir mana kalmadı. Artık, dünyaya bakmanın zamanı geldi. İçimdeki küçük kız sakinleşmeye başlıyor. Bu sabah uyandığımda, uzun zamandır ilk defa "Ya şu şöyle olmazsa" yahut "Eyvah bilmem neyi yetiştirecektim" demedim. Annemi aradım. Yalnızlar bilirler: Bu söylediklerim büyük şeylerdir hayatta.

Yeniden merhaba sevgili okurum!