Temmuz 29, 2010

O Bayağı Şarkılardaki Güzellik!



"Kalbimi affettim
Dün gece defnettim
Seni koydum yanına"


Bayağılıkta bir şey vardır, yalnız senin görebildiğin. Çünkü bayağılıkta bir şey görmek yalnız senin ona anlam yüklemene bağlıdır. Halihazırda anlamı bir şeyi çözmek / görmek bu kadar delirtici bir heyecan sağlamaz. Bu da Nosta ile manifestomuz olsun anasını satim.

Bir Gün Gene Gideceği Halde Bir Eylülü Beklemek



Arkana bak ey insan
Takip edenlerin var!

Biliyorum, senin de bir eylül sabahın vardı
Kolların açık, ahhh diye diye pencerenden
Buna huzur derdin hatta eskiden sen
Baktığın, durduğun
Durduğun işte,
Durduğunu kendin olduğuna yorduğun
Ilık, mmmm, bir eylül sabahı
Hatta yüzün suyu hürmetine sandın sen o rüzgârı
Bunu söylemek çok zor ama
Bir şey yapacaklar sana
Zamanın adamları,
Adam mı bilmediğimiz, zamandan parçalar,
Çok kötü bir şey yapacaklar

Altı üstü camdan bakıp bir ah çektiğin
Akşamına ne olurum, diye düşünmediğin
Hiçbir şey ummadığın, serin, azıcık puslu,
-En masum hâlin, bir şey ummadığındır, muhakkak doğrudur bu-
O sabah var ya
-Arkandalar ey insan-
Uçacak şimdi hafızandan!

Gidecek, oturacak uzaklardaki yerine
Hemen ölme diye de, şöyle son bir bakıp sana
Dönüverecek yüzünü, hiç olmadığın tarafa
Bu da işte bir sabahın hayatı olacak böyle
Her uslu sabahın bir hayatı vardır, demek için herkese.

Arkana bak ey insan
Sanki hiç olmadılar.
Onlar,
O umutsuz, o güzelim sabahlar.

Temmuz 27, 2010

Kahve Çekirdeği

Bak sana birkaç fotoğraf koyayım da mis gibi kahve koksun!








Bir de şu var ki ovv. Magnet midir nedir, kölesi olasım geldi bunu bana bulanın. (Tıpkı Oscar Wilde oyuncağı gibi, değil mi Holden?)


Temmuz 25, 2010

Kulağım Nerde


Keşifteyim ey insan!

Müzik kültürü zayıf kere zayıf bendenizin bir elinden tutan çıktı gibi. haydi bakalım. Yavaştan yavaştan bi güzel güzel şarkılar takılıyor kafama.

1. "The Letter" The Black Heart Procession

2. "The Nostalgist" Piano Magic

3. "Space Oddity" David Bowie

4. "The Logical Song" Supertramp

Bi' de Kings of Convenience'dan ne duyduysam sevdim. Daha trackleri ayırdetme mevkiinde diilsem de içime ılık ılık aktılar ama bi. Yazarım yazarım onları bi gün.

*

O diil de, bir de birdenbire aklıma "The Blower's Daughter" geldi. Dinledim, yetmedi Damien Rice'ın "O" ve "9" adlı albümlerini indirdim. Bilhassa "O" baştan ayağa nefaset! Şu üç şarkı arasında uçup duruyorum bugün:

"9 Crimes"
"Volcano"
"Accidental Babies"


Öyle işte. Sesler. Sesler. Sesler.

Temmuz 24, 2010

Hâlim

1. Last fm ile bir türlü anlaşamamak, en sonunda sinire gelip bütün evvelki şeyleri silmek. Ama bir gün olacağına da samimiyetle inanmak.

2. Yazamamak.

3. Film izlemek. Barton Fink'i keşfetmiş olmanın tatlı (mmm mis!) heyecanı. Keşfetmeye vesile olana minnet. "O kendini biliyor" geyiğine mahal vermeden kesmek. =)

4. Rejim. Evet çok klasik bir kadın muhabbetidir ama olsun. Rejim işte bildiğin. Çünkü sağlık da sallanmaya başladı. İki dakka yürüyünce nefes alamamak falan, oha. "Şişkoooooooo patetesssssss iki kilooo domateeeeeees". Aynen o.

Temmuz 15, 2010

Rüzgârın “Aylin Gibi” ve Arda Hakkında Söyledikleri


Temmuzun bu on beşinci günü, serin bir Kadıköy rüzgârıyla takıldım bütün akşam. Kulağımdaki şarkı bir başka şeye dönüştü, gitti gitti gitti. Eh, gittikten sonra yol uzun, malum.

Aylin Aslım’ın karşımıza çıkmak için seçtiği “Senin Gibi” şarkısını belkim de hatırlarsın ey okur. “Dıpdırı dıpdırı” şekilli bu şarkının bir de ağırdan alan versiyonu var idi albümde, ki onun adı “Senin Gibi (Aylin Gibi)” idi. Bu parantez içindeki “Aylin gibi” üzerine biraz düşündüm bugün.

Esasen sözleri aşık olunan şahsa söylenmiş görünümündedir bu şarkının. “Senin gibi / beni kimse sevmedi”. Gel gör ki o parantezin içine o lafı yazınca işler değişiyor. Bence yani.

Kadıköy sahilinde işte, rüzgâr ısrarla diyor ki, “bu lafları kendine ettiğini farzet”. Cevaben "Gel etme rüzgâr efendi, farzettirme bana böyle şeyler. Farzettire farzettire geberttin zaten!” dediysem de mankafam durmaz gayrı. Aldı ipin ucunu.

Sözleri bir huşu ile dinlemeye başladım o dakka. Aklımdan defalarca, milyon türlü Arda’lar geldi geçti. Değişik değişik yüzlerde. İçimde bu kızcağız var bir süredir, burada yazdıkça daha bir “var” oldu. İşte, bu şarkının sözlerini aşağıdaki gibi okuyunca, içimdeki bu kız, “kendim”le o kutlu karşılaşmanın biricik ifadesi oldu çıktı. Hani, hep kendiyle karşılaşmayı beklemez mi insan. Öyle demediler mi içli şairler.

Küçük bir an için, ait olmak için
Eski aşklar gibi, kapımda
Yalnız bir gün için, nefes almak için
Kanarken avuçlarım, karşımda

Üzerimde sevdiğim mavi elbisem
Bensiz geçirdiğim günlerden

Benim gibi, beni kimse sevmedi
Dönmedim gittiğim yerden geri
Bekledim, gittiğim günden beri

“Sen” diyen bütün kısımları “ben”e çevirdim; iyelik eklerini değiştirdim filan. Rüzgâr bi sırıttı; hoşuna gitti tabii. Ben ister istemez Arda’yı daha çok düşünmeye başladım bu sözleri böyle duyunca. Haksız değilim ki, “Aylin gibi” diyor kadın.

Sen = Aylin

Bu kadar basit işte. İşte o vakit, uçtum uçtum, Arda’ya dönüşmeye getirdim işi. Şu çift kişilik şeysi falan geldi aklıma mesela. Bir Arda çıksa içimden, dedim, nasıl olur acaba.

Bilmiyorum ki, belki de şarkılar da anlaşılacakları günleri bekliyor.

*

(Burası ağlak biraz.)

Arda’nın ötesinde şu da var bu yeni şarkıyla alakalı: “Benim gibi, beni kimse sevmedi”. Haydi bakalım. Bundan içli laf mı arıyorsun ey insan! Gene rüzgâr ile ilgili düşündüm tabii ister istemez ve şu geldi aklıma mesela. “Ben şimdi böyle ağzımı açıyorum kocaman da çekiyorum ya rüzgârı içime. Sonra bekliyorum öyle uzunca bir süre. Hiçbir şey bilmeden, görmeden, kimseyi özlemeden bekliyorum ya. O zaman kendim bana hiç sormuyor, neler oluyor, diye. ‘Nereye gittin bakıyım sen?’ demiyor”. Böyle bir şeyler dedim işte. Buradan da, benim gibi, beni kimsenin sevmediği kanaatine vardım.

Şarkı iyice diplere gitti kafamda. Bütün hikâyenin beni beklemekle ilgili olduğuna karar verdim. Az kaldı, geleceğim kendime. “Talih” diye bir kelime uydurulmuş sonuçta bir kere. Ey talih, biliyorum, bu güzelim kuşları pek seversin sen. O kuşlar ki, bu aralar girdiğim her deliğe benimle gelmekteler.

Özetliyorum:

Kendime geliyorum ey okur, talih peşimde!
Ve bu olan bitenin içimdeki kız Arda ile kesinlikle bir ilgisi var!


Not: Pazar günü bir arkadaşımın düğünü var. Bir türlü bir elbise beğenememişken tam da rüzgâr kanıma girmeden yarım saat evvel bir mavi elbiseyi “her nasılsa” zart diye beğenmeme tesadüf mü diyeceksin şimdi. “Bensiz geçirdiğim günlerden” olmayınca bu elbise, ne geçecek eline. Anlam diye bir şey olmayınca, ne geçecek.

Temmuz 12, 2010

Ankara'dan Arda Geldi

içimi kemirir durur çok zaman
olur olmaz bir yerde, olur olmaz sorular
açılır zaman zaman bir kapı
olur olmaz bir yerden, olur olmaz bir yere

zannımca içinde ankara geçen yegane güzellik olan bu enfes şarkının şu kafama kafama püskürttüğü duyguya "mutluluk" demekte bir sakınca yok. ne acayip değil mi? mutsuz eden bir şey ortalıktan yok olduğunda mutlu ediyor seni. var olarak mutlu eden pek az şey var galiba, düşündüm de bi. amaan neyse.


geldim ben ey okur. yirmi üç olmuşsun. sevindim ben. parmaklarım bu tuşlarda benim için gezdiği kadar senin için de geziyor. bu parmakların bu tuşlarda gezmesinde senin için bir şey var ey insan. manaen sana değer, değmez; onu kestirmek, hesap etmek yahut garanti etmek -hele bu sonuncusu- zor tabii. ama işte, ne bileyim. haydi ben dudağımı bükeyim de sen anla.

şarkı diyordum o n'ooldu. n'olcak, burada işte bak, yukarıda hâlâ. "dağılır duman duman bir ömür" diyor bir yerinde de. offf, güzel be!


korkuyorum, bu arda'yı sevmeye başladım ben. içimde biri, şak diye bir isim filan buldu kendine. neden korkuyorum bilmem. ama sevmek bir yönüyle hazin bir şey, bundan çok eminim.

velhasılıkelam:backintown!

Temmuz 02, 2010

Duyuru

Merhaba Gerçeklik, Ben Arda



Benim hayatım kafamın içinde geçti. Evet, tam olarak öyle.

Bir hayat bir kafanın içinde nasıl geçer? Bir kafanın içi nasıl bir yerdir ki, içinde yirmi sekiz sene yaşamaya olanak verir? Üstelik bu yirmi sekiz sene sonunda dünya ile ilgili bazı fikirler geliştirilir? Belki de, kafanın içinde gelişen bu fikirlerin “dünya” ile ilgili olmayacağını düşünenleriniz çıkacaktır. Ama bana kalırsa, dünya öyle bir şey ki, onu seyrettiğiniz en uzak noktadan bile size bir şeyler anlatır. İşte, “anlam diye bir şey vardır ey insan” derken kastettiğim tam buydu. Tam olarak, noktasından virgülüne bu!

Bir köşede saklanmak addedilmesi haksızlık olabilecek bu durumun, kaybettirdikleri vardır yine de. Sıradan olan pek çok şeye yabancı olmak gibi. Gündelik olan pek çok şeyi tanımamak. Çok basit, çok normal, çok “a aaaa ne var canım bunda” ile aranın bozuk olması.

Ama garip bir şekilde, çok acayip bir şekilde de yabancı olduğun tüm bu şeylerin önemsiz olduğunu hissetmek. Belki de yanılmak ama, hissetmek işte. Çok kuvvetli olarak hissetmek. Bundan anlam verilmesi güç bir haz duymak. Sanırım benim kendime elişi kağıdından yaptığım “yalnızlık tanımı” bu. Elişi kağıtları güzel günler içindir ey insan, onlarla oynamakla öğrenirsin bazı şeyleri. Onlardan gemiler yaparsın, kuşlar… Onlardan yamru yumru şekiller kesersin, güzel olurlar. Onları farklı renklerde seçersin ki, içini açarlar. Ne var biliyor musun ey insan? Bazı çocuklar için bahar sadece elişi kağıtlarıyla gelir. Ve bu çocuklar büyüdüklerinde “gerçeğe” pek itimadı olmayan insanlar olurlar.

Bak nasıl da seninle tanışasım varmış ey okur. Buradaysan üç kere vur!
[Yakınlarda bir masa yok vurman için önerebileceğim. Gerçeğe vur. Vur da düşsün maskesi!]