Eylül 29, 2010

Kirpi İçin Diken Takviyesi

Bu ucu sivri kürdanlar oluyor ya, onlardan bulmak lazımdır kirpi. Sok onlardan birkaç tane sırtına, sökülen dikenlerden kalan boşluklarına, bak bakalım “Artık kirpi sayılmazsın” diyebilecekler mi hâlâ sana?

-Onlara “dikenlerden kalan boşluk” denmez. Yara denir Arda.
-Hadi ordan! Sözümü de kesme bir daha.

Mesele büyük ölçüde dikenleri yerli yerinde tutmak olduğundan, gerisi sandığın kadar zor olmayacak zaten. Ara sıra kaşındıkça çaktırmadan bir yerlere hafif hafif sürtüvereceksin sırtını, hepsi hepsi o olacak. Sonra göreceksin, yeni bir hayatın kapıları, yeni bir kirpilik imkânı en güzel renkleriyle arz-ı endam edecek önünde. İyi oldu bu kürdanları bulduğumuz. Bakma bana öyle.

-Sen inanıyor musun şu söylediğine?
-İnanıyorum kirpi. Sen de inanacaksın. Her şey geçtiği gün, gökyüzüne biraz daha dikkatli bakacak, “Mavi diye bir şey hakikaten de varmış” diyeceksin. Bu, senin kurtuluşun olacak.
-Her şey geçtiği gün mü? Her şey bir günde geçmez.
-Biliyorum. Ama sen bir gün farkedersin. Yaranın iyileşmesini takip edemezsin. Bir gün onu yerinde bulamadığında “iyileştim” dersin sadece.
-Son derece aptalca. Benim bir yaram varsa, gözüm hep ordadır.
-Bazıları senin gibidir, haklısın. Sizde de durum çok farklı sayılmaz. Ne zaman ki yaraya bakmaktan yorulup iyileşmesinden ümidi kesiyorsunuz, gözlerinizi ayırıyorsunuz ondan; işte iyileşmeniz o zaman başlıyor. Gerisi aynı süreç. Bir gün bakıyorsunuz, yara mara yok.
-Sıkıldım, defol.
-Sırtın ne alemde?
-Sırtım?
-Hı hım.
-A-aa.
-A-aa. Bu kadar mı? Bir yara iyileştiğinde “a-aa” mı dersin sen?
-Defol dedim sana!
-Hadi kirpi, uzatma. İyileştğini itiraf etmek zorundasın. Yara olmadan da yapabilirsin.
-Yapamam.
-Neyi?
-Hiç bir şeyi yapamam. Bir yaram yoksa kirpi bile sayılmam.
-Dikenin olduğu sürece kirpisin. Bu böyle.

Artık beni duymuyorsun, biliyorum. Gene derin uyuyorsun. Ne zaman bir gerçeği yakından görsen kirpi, derin derin uyuyorsun. Sonra bu şapşal uykulardan pembe rüyalar, olmadı kabuslar umuyorsun. Hiçbir rüya gerçek bir uyku yoksa uğramaz yakına. O senin düştüğün kuyuya uyku denmez. “Kuyu” denir geçilir. Beni duyduğundan da adım gibi eminim.

Kirpi!

Şşt!

Eylül 22, 2010

"Close the World, Open the Next"

Evvelce bahsetmiş idim, rastgele görsel arama merakımdan. Verimli bir şey, tavsiye ederim. Yazın rastgele bir sözcük, çıkanları seyredin.

Aşağıda gördüğünüz güzelimi de "aha" böyle buldum. Nedir, hiçbir fikrim yok. Fakat zaten bendenizce mühim olan kimin ona ne anlam yüklediğinden çok ona rastlamak. Safi, "ona". Anlamıyla doldurulmuş her "o" için, "ona rastlama" merasiminin heyecanını büyük ölçüde kaybettiğini söyleyebilirim. "Bak evladım, buna bilmemne derler". I ıh! Tercihim hep şudur: "Auğ! Bağğğk!". Efem, buradaki yumuşak g'ler heyecandan ağızdan akan salyalara denktir. İşte, kulağa çok da hoş gelmeyebilecek olan bu salyalı "Baaağğğğğk" bence "müdhiş"tir. ["Müthiş" kelimesinin Arapça esası budur ve "dehşet" kelimesinden türemiş bulunmaktadır."Dehşetli", "dehşete düşüren","dehşet veren" manasındadır. Üstelik bana kalırsa bu söylenişi daha şıktır. Ve dahi hiç de kullandığımız gibi, "şahane" demek olmaması akıl açıcıdır. Akıl açmak. Ahaha. Zihin açmaktan başka bir şey bu bak! Akıl daha metodik, daha kuru bir şey sanki.Öyle işte. Bu "öyle işte" de ne hüzünlüdür be!]

Şimdiiiiiğ! Bahsettiğim anlamda "müdhiş" bir şey olarak, kimin neden yaptığını, tasarladığını filan bilmediğim, bana kaderimin en leziz oyunlarından bir adedi olarak karşımda beliren bu "şey"i gör sen de. Gör gör. Sonra ben sana bu sloganın ne düşündürdüğünü anlatayım. Ama sen bu anlattığımı "Arda'nın saçması" diyerek oku; "bu şeyin manası budur kardeşim" diye miniltme kendi zihnini. ["Zihin miniltmek"! Pek sevdim.]


"Close the world, open the next". Çevirilecek olsa, mesela... Hatta çevirmek değil de, sündürülecek olsa... Negzel olmaz mı.

- "Dünyayı kapat, sıradakini / sonrakini aç!" [En dümdüzü. E, tabii ki en bana uzağı. Huhağ!]

- "Kapa dünyayı, kapa ki sonraki açılsın!" ["So" filan geçmiyor, farkındayım. Olsun, hayal ediyorum. Kötü mü ediyorum.]

- "Ört bunu, dünya mı bu; ötekini açalım!" [Burada özgür ruh devreye giriyor. Cümle sadece bir çağrışımın tetikçisi oluyor. Nedir yani, ölüm mü var ucunda. Devam. Hatta bilakis, durmanın ucunda ölüm var. Durmak beklemek demek çünkü. Bekleme ey insan! Ölümden başkası gelmeyecek evine.]

- "Kapa bu dünya dediğin kapıyı; ötekini, adını bilmediğini aç!"

- "Dünyayı örtersen, ötekiler açılır" [Naif bir şey. Sevdim sanki. Dünya olmayan bir yerler, oraların kapıları. İşte, hayal seni götürüyor. Git peşinden ey insan!]

- "Kapanınca bu dünya, sıradaki açılır" [Emir kipinin ebesine selamlar! =)]

- "Kapayacaksın bu dünyayı, ki o bir kapı değildir; açacaksın ötekini, açacaksın, nefes almak iyidir" [Burası, okurcağızımın "Ovha!" diyeceği noktadır. Ne olur ki cancağızım, sohbetteyiz şurada.]

Uzayabilir... Bir beyin fırtınası yaptım. On-on beş dakikada esenler bunlar idi. Arda'nın saçması, demiştim değil mi? =)

Sevgili okurum, bir de neyi seviyorum biliyor musun? Tanımadığım sen, şu klavye takırtılarını aslında duymuyorsun ya. Beni hiç görmedin ya. Ama kurduğum hayalden haberin var, dünyaya bakınca gözüme görünen hayaleti anlatıyorum sana. İşte bu. Bu var ya. Ölüyü diriltir! Birinin öldürdüğünü, bu diriltir. Birileri vardır ki, öldürür birilerini. Ama bu dünya hayaletleri, sen(ler)i çıkarır ölülerin karşısına ve şöyle seslenir: "Bir kere öldün diye bitti mis andın dünya! Ey ölü, daha çok ölecek ve daha çok geri geleceksin. Kapat o öldüğün dünyayı, aç sıradakini!". Aha, seninle münasebetime de uydu bu slogan, geldi yapıştı.

İyidir, iyi. Çok da büyük ölmemek lazım.

Eylül 14, 2010

14 Eylül Niye Bayram Değil, Değil mi Ama?


Kime ne sıklıkla bayram olduğu pek dert edindiğim bir şey değil. Bazıları için bu sıklık göz alıcı bir hâle gelebiliyormuş rivayete göre; her gün filan olabiliyormuş mesela. Oha. O şanslı azınlıktan olmadığımıza göre, çok sevgili bu konuda kader arkadaşı olduğumu tahmin ettiğim okurlarım, kendimize bayram yapmak ferahına ermeye de herhalde hakkımız olsa gerektir. Daha birkaç gün önce bir bayram yakınımızdan geçti; ancak gönüllüsü meraklısı öyle çoktu ki birer "uzak yanak"la geldi geçti.

[Uzak Yanak: Bayramlarda komşu ve uzak akraba efradınca layık bulunduğumuz, sevgi ile ne alakası olduğunu bir türlü çözemediğimiz eylem. Öpecekmiş hissiyatı yaratılarak insana yaklaşılıp yanak yanağa bakacak bir yön tayin edildikten gayrı puf diye uçup gitmektir. Diyorum ya, ne manaya gelir Allah bilir.]

14'ün benimçün manasını bilirsin. En azından bir blog açınca adını "14" koymuşluğumdan sezersin bunu. Eylül ayına karşı zaafımı da evvelce dile getirmiştim. Eh, şimdi ben bir bayram uyduracak olsam belki adını bulamam fakat tarihi nettir, muhakkaktır: 14 Eylül!

Adı herhangi bir şey olmayan bu bayramda planım nedir? Mis kokulu kahve, Charlie Kaufman'ın (doğru yazdım mı ki acaba ki) son filmi, kalan son karanfilli sigaram, derin uyku. Ha, bunlar hiç yapmadığım şeyler midir? Önemli değil ki. Bunlar, "Bugün benim bayramımdır" diyerek hiç yapmadığım şeylerdir, sen ona bak.

Hadi, sen de yap!

Eylül 10, 2010

Uçuşa Geçelim mi Ey İnsan!

Bir kamuoyu yoklaması istiyorum. Olmuş mu yeni blog resmi? Olmuş mu renk, menk, vs. ?

Eylül 03, 2010

Kanlıca: Yoğurt, Pudra Şekeri ve Sezen Aksu

İstanbul'a taşınalı iki yılı geçti. Dün ilk kez boğaz vapuruna bindim. O neydi öyle ya! Çıldırdım ey insan. Dur bi' dinle, anlatıcam.

Kanlıca'ya gittim. Bir saat filan süren bir yolculuk. Eminönü-Beşiktaş-Bilmemnere(gelmedi adı aklıma bi türlü, kim bakıcak şehir hatları şeyine de şimdi)-Beylerbeyi-Çengelköy-Anadolu Hisarı (Rumeli karşısında pek sönük, hayallerim yıkıldı)-Kanlıca şeklinde bir hat. Ankara'dan çocukluğumun şahidi bir arkadaşım* geldi. Aldık yanımıza 17 seneyi de, bindik vapura. İndik Kanlıca'da.

[*"Dost" kelimesi beni hep uyuz etmiştir. Hele tanışık olduğunuz zaman üzerinden yahut hakkında bildiğin sır sayısından hareketle "arkadaş" / "dost" gibi, dünyanın manasına yakın durduğunu zannettiği bir ayrıma yönelen insana topuzla vurmak isterim hep. Aşağıda bir topuz görüyoruz.]


Neyse, indik işte Kanlıca'da. Sonrası benim nazarımda iki kısma ayrıldı. Sezen Aksu meselesi ve yoğurt. Hava karardığı için iskeleden pek uzağa gidemedik, türlü maceralarımız olmadı. Ben sana şimdi zihnimin içindeki macerayı aksettireceğim.


Kısım 1: Sezen

"Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bi' taşa / Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar'a doğru"

diyordu Sezen Aksu. Kulağımıza gelmiştir ki kendisi Kanlıca'da bir yalıda ikamet etmektedir. Yani muhtemelen, Kanlıca'da yaşayan "kime sorsan gösterir". Neden Sezen Aksu'nun evine gitmek istersin, neden sorarsın o soruyu bilemem. Nedense bana her genç kız Kanlıca'ya ayak bastığında, eğer Sezen'in oralarda olduğundan haberi varsa bu hayali kurar gibi geliyor. Gitsem, kahve yapsa bana. N'olur yani, ölür mü? "Kurşuni Renkler"i söylese sonra. Çok güzeldir o, bilir misin ey insan?

"Bir sabah saçlarını okşayıp da rüzgâr
İzlerini silip de gidecek beyaz beyaz
Ve güneş, aynaya baktığında
Çizgilerden yeni bir yüz gösterecek, üzülerek biraz"

falan diyen bir şarkı. Bana bir kahve yapsa Sezen, bu sözleri de bir mırıldansa... Mutlu olurum be! Evet olurum. Ama yapmaz ki. Yapmıyor diye üzülmem ama, bak orada mühim bir detay var sevgili insan! Seni mutlu edecek şeyin yokluğuna üzülmezsin. Zira yokluğu sıkıntı yaratan şey, "ihtiyaç"tır. Ve ihtiyaç karşılandığında "mutluluk" gibi ekstra bir şey husule gelmez. Lazım olmadığı halde orta yere lap diye düşen, ışıl ışıl yanan bir güzellik mutlu edebilir ancak. Diyebilir misin ki Sezen'in bana kahve yapması ihtiyacımdır? Cık! Peki diyebilir misin ki öğle yemeği yediğimde mutlanacağım? Cık! Anladın işte, onu diyorum.

Hehe. Bir de Sezen Aksu'ya "Sezen" demek vardır. Niye bu kadar yaygın bir eğilimdir, enteresan.

Kısım 2: Yoğurt

Sezen'de kahve içmekten umudu kestiysen, turistik meraklar üzre kafayı yoğurda takabilirsin. İskeledeki Çınaraltı çay bahçesinde var mesela. Küçük kaplarda yanında pudra şekeriyle getiriyolar. Yan tarafta bi' büfe var. Boy boy boş yoğurt kaplarından "adam" yapmışlar. İlginç olmuş. Bi' daha gidersem fotoğrafını çekicem. Yoğurt kaplarının altlı üstlü filan dizilmesiyle oluşmuş bir adamın ellerinde büyük yoğurt kaplarının asılı durması da garipti. "Yoğurt taşıyan bir adam yapalım. Ama yoğurt kabından". Kanlıcalılar yoğurt seviyorlar. Buradan bu çıkıyor.

Arkadaşım, yoğurt istemedi. Sevmem zaten pek, dedi. Ben de sevmem pek ama "Kanlıca'da yoğurt yemiş olmak" etiketini kafama yapıştırmak istediğimi söyledim. Aptalca buldu. N'apim, dedim, bu da bir bakış. Hattızatında, yoğurdu hep tuzlu yerdim küçükken. Şekerli yiyenlere de tiksinerek bakardım. Artık adı nedir bilemem ama "Kanlıca'da yoğurt yemiş olmayı" nedense önemsedim. Birilerince tanımlı "yaşamak"a bir yakından bakma telaşı sanırım. Vardır ya, "mutlaka görülmesi gereken yerler". Hani, ben kendi başıma denedim, baktım baktım çok matah bir dünya göremedim. Bi' de Kanlıca yoğurdu, Şile bezi, Susurluk ayranı*, Ayvalık tostu falan gbi embesil dünyayı içşelleştirme yöntemlerine yönelelim. Amaaaan şaka şaka! Yoğurt yemekle de ruhunu satmış sayılmazsın canım, abarttım biraz. (Yine de haklılık payımı gözet rica ederim!)

[*Susurluk'ta içtim. "Kendi yerinde". İğrençti. İstanbul'da her yerde daha güzeli var. Bi' bakıma çöktü yöntemin narin duvarlarından biri. Oh, canıma değsin!]

Sonuç:

Öyle yani.

[Komiklik olsun diye değil. "Öyle yani", metne seni yeniden gönderen, bir döngü yaratan bir ifadedir. Dikkat! "Öyle" dediğin metindir.]