Şubat 28, 2011

Lars, N’olursun Bize Yemeğe Gel!

Geçen akşam izlediğim “Lars and the Real Girl”, aşağıdaki afişinden bana büyük şeyler vaadetmemişti açıkçası.



Lars adlı bir genç anlatılıyor filmde. Ağabeyi ve yengesinin evlerinin garajında ikamet ediyor kendisi. Bütün kasaba onu çok seviyor; çünkü kiliseye gitmeyi aksatmayan, mülayim, güler yüzlü filan bir insan. Ama garip bir sıkıntısı var, insanlara dokunamıyor, dokunulursa rahatsızlık duyuyor. Yengesi onu sık sık yemeğe çağırdığında, kaçıyor, gitmiyor. İş yerine yeni gelen kız ondan hoşlandığını belli etmsine rağmen hiçbir olumlu tepki vermiyor.
Esas hikâye, bu bahsettiğim durum bize 5-10 dakikada anlatıldıktan sonra başlıyor. Lars, internetten bir şişme bebek sipariş etmiş meğerse, kocaman bir kolisi gelince öğreniyoruz. Ağabeyi ve eşine onu büyük bir heyecanla, daha evvel yüzünde pek görmedikleri “mutlu” bir ifadeyle anlatıyor, sonra tanıştırıyor. Ağabey ve yengenin şoku uzun sürmüyor, Lars’ı tedirgin etmemek için şak diye gerçeği gözüne sokmuyorlar. “Delirdiğine” hükmediyorlar.
Elbette sana filmi anlatmayacağım sevgili okur, ama bu kadarını bilmen gerekirdi konuşabilmem için.
Bir kere, Ryan Gosling’in Lars rolünü severek oynadığı anlaşılıyor. Sevmiş Lars’ı bu adam, “Oyy, kuzuuuğ!” demiş senaryoyu okurken. Ve elinden geleni yapmış, zihnin perdesinde izlediği o “kuzu”yu görebilmemiz için. Bence gerçekten, belli bir rutinde kullanılan çeşitli mimiklerle, hiç abartmadan gerçekten bir “karakter” olmuş Lars. Dozunu aşmayan, “ağlak” olmayan bir hüzün bu. Adam sanki gözümüzün içine bakıyor.
Filmin çok karanlık, umutsuz filan olduğunu da düşünmeyin ama. Şişme sevgili Bianca’yı kasabanın sahiplenişinde, “bir insanı sevmenin” ne demek olduğunu görüyorsunuz. Bence bunu görün, izleyin bu filmi. Ekşisözlükte birisi demiş ki, “Film boyunca çıkıp gerçeği kusacak kötü biri bekledim ama yok”. Bu, bence de önemli bir nokta. “Olabilir, istersek olabilir” diyor yani film, “Kahrolası insanlık, yazık ki hep böyledir” demiyor. Onu demenin gerekeceği mevzular da vardır elbette ama bu sakinlik, en azından bu kadarı, bence lüzum arzediyor.
Sevdim sevdim; hakikaten sevdim ben bu filmi.
Kiliseden çıkarlarken Bianca’ya bir teyze çiçek veriyor, yapma çiçek. Lars diyor ki,
“Bak Bianca, bunlar gerçek değil, yani sonsuza kadar yaşayacaklar...”
Kurmaca da öyle değil mi ey insan! Filmler, kitaplar? Biz gideceğiz buralardan, ama onlar birileri için hep buradalar.
Gör bu filmi.
Nosta, en önce sen!


Not: Filmde Lars’ın bilardo oynarken eline aldığı topun numarası 14’tü. “Bugünlerin resmi” olmayı haketti bence. Hayatı seviyorum.

Şubat 27, 2011

Kandır Bizi Aref!

1. Kısım
Christopher Nolan’ın “The Prestige”i benim çok kıymet verdiğim bir filmdir. İllüzyon “sanatına“ (hadi öyle diyeyim) ilişkin, “Are you watching closely?” sorusu ile başlayan, sonunda yine o soruya dönen, yanıt öneren bir film. Önerdiği yanıtı “Hayır, çünkü kandırılmak istersin” diye özetleyebiliriz; ama görmediysen bu filmi, mutlaka gör sevgili okur. Neden kandırılmak isteriz? Bu önemli bir şey.


“The Prestige”, illüzyon üzerine Edward Norton’un ortalama ve keyifli filmi “İllusionist”ten çok daha derinlikli düşünen-hatta sadece “düşünen” demeliyim belki, İllüzyonist için sadece malzemeyi “kullanan” demek daha doğru olur gibi- bir film idi. Hatta bence, resmen felsefi bir bakış geliştiriyordu mevzuya; hikâye bu bakışın hizmetindeydi. (Söylemezsem ölürüm: Inception’ın sıkıntısı da bence bu idi, tıpkı İllüzyonsit gibi malzemeyi kullandı Nolan orada. Rüya da iyi malzeme ha!)
Filmdeki esas oğlanlardan biri, ünlü bir illüzyonist, tabancadan çıkan kurşunu eliyle yakalıyordu. Karısı hayranlık duyduğu, hatta dibinin düştüğü bu numaranın sırrını ısrarla sormuştu. Uyarmıştı karısını adam: sır dile gelirse, hiçbir büyüsü kalmaz, diye. Devamı, sinemada izlediğim en güzel “an”lardan biri olabilir: Adam nasıl yaptığını açıklayınca, kadın iğrenç bir sırıtışla “Puf” deyip hemen başka bir konuda konuşmaya başlıyordu. Adamın o andaki hissi hakettiğini zannetmiyorum. Çünkü illüzyon gösterileri, bize verdikleri o merak duygusu içindir zaten!
“Aaa, bu nasıl mümkün olabilir?” gibi bir soruyu sordurmanın insanlığa büyük bir hizmet olduğunu herkes göremez; ukalalık yapayım, ben görürüm arkadaş!
Gerçeğin güvenilir, değişmez, kuralları ve ilkesi belli bir düzen olduğu yanılgısı, tarihten geçen onca dahinin elele verip yine bizi vazgeçirmeyi başaramadığı şey! Evet, deha, maalesef bize gerçeğe yakışan en sihirli iksirin “turp suyu” olduğu bilincini veremedi. Kendimize çok acıklı şekilde, “acccayip” güveniyoruz. Hayali, rüyayı, sanrıyı, silindikçe güzelleşen “anı”yı küçümsüyoruz. Halbuki bunlar, dünyanın başka başka yüzleridir; gerçeğin etrafını çevirirler ve “Biz de varız” derler. “Burası bizim de evimiz!”.
İllüzyon bu nedenle büyülü bir şey değildir elbette! Bize, sınır duygusunu yaşatır, dünyanın gerçek olmayan sakinlerine kayar aklımız. Gerçeğin sınırına karşı küstahlaşırız. Ama tabii, bazılarımız, bütün bir vücudu onulmaz yaralarla örtülü, öylece gerine gerine sokaklarda dolaşan eciş bücüş korkaklardır. Onlar sevmezler hiç bu sınır turlarını, olsa olsa tatsız tuzsuz salatalarına rendeleyecekler kıpkırmızı canım turpları!
Yavaş yavaş Aref’e geliyorum, önce bir slogan atayım da.
“Bana bir tek soru sorduranın bin yıl kölesi olurum”
2. Kısım
Cem Yılmaz’ımızın David Copperfield Türkiye’ye geldiği zamanlar şovunda söylediği bir şeyler vardı, hatırlar mısın ey insan? “Bu adam uçamıyor, hilesi var” şeklindeki söyleme hitaben, “Uçsa muhatabı sen mi olursun yavşak?” cümlesi ile özetlenebilecek açıklamalar yapıyordu. Espriler demiyorum, açıklamalar diyorum. Cem Yılmaz bence saptamalar yapıyor, bunların komik olması ayrıca bir şey. Bence yani. Neyse.

İllüzyon ile ilgili bir gündem var bugünlerde ülkemizde, bir Tv programında, yarışmacı olarak katılan Aref Ghafouri ile ilgili. Aklıma yukarıda yazdığım şeyleri getiren ve günlerdir umurumda olan bir gündem bu. Youtube’da, gazetelerde “Aref’in sırrını” çözen yazılar, videolar. Kendilerine çok öfkeliyim ama yine de nezaket sınırlarını aşmadan saldırmaya çalışacağım. Nazik ve edeplice giydireceğim, elbiselerini.
Bir kere, Cem Yılmaz’ın söyledikleri aynen geçerli.
İkincisi, illüzyon denen alanın özü budur, Aref denen çocuğun ermişlik iddiasında olduğunu düşünmek, ancak embesillikten muzdarip bir zihnin eğilimi olabilir. Çocuk diyor ki, “Aylardır çalışıyorum buna, inşallah olur”. Ha, ne demek o, bir metodu var, çalıştım ve yaptım demek. “Çözerim ben bunu lan, Aref’i de oturturum olduğu yere” iddiasındaki anlaşılması güç “emek”ten söz ediyorum. Hem gördüğün gibi, Aref senle benle aynı yere oturmuyor. (Numarasında bir bölüm vardı, altında sandalye filan olmadan oturuyor!)
Birilerini tükete tükete, yapılmış olanı çürüte çürüte var olma gayreti, tarihte ilk değil. Ama alışmıyoruz, alışmayacağız. Biz, rahatsız olabilen zihinler, alışkanlıklara düşmanız!
Aref bir popüler kültür ikonu oldu, yaptığı şeyi çok etkileyici biçimde yaptı çünkü. Ben de izledim, “Bravo lan” dedim. “Ohaaağ” dedim. Ama esas mesele, Aref yahut başkası değil. Esas mesele kör oldukları hâlde onlara bahşedilmiz o uzun uzun çomaklar! Bu da bizim sınavımız ey insan, bu da senin sınavın! Kör iken bile nereye sokacağını bulabileceksin, diyor demek ki yaradan, hikmetinden sual ne gerek. İlgiyle izliyoruz gittiğin yolları.
Dünyada o büyük yangın başlamadan, vaadedilen fırtına kopmadan aklı başa toplamayacak kimi insan. Bu çok açık. Ama Copperfield, Christopher Nolan, Cem Yılmaz ve dahi o gazete haberlerini görünce “Iyk” diyebilecek yetenek ve duyarlıktakiler de “insan”. İşte hayatımın kısır döngüsü. İşte tez ve dibinden ayrılmayan antitez. Ve kutlu kıyameti beklediğini zannettiğim o sentez, ey sentez!
Öyle işte, kafam biraz takılmıştı bunlara da!

Şubat 22, 2011

Mmm, Anladım ki...


Ey okur!

Birdenbire olan şeyleri sever misin? Ben seviyorum! Evet bu sabah karar verdim, kesin seviyorum. Plan hayattır zannetmiştim ben senelerce, değilmiş! Hem iş, sürprizin gelip kafana toslamasını beklemek de değil. Koparıp alacaksın sürprizini elinlen. Dün yaptım ben. Aklıma esti, lank diye "Hadi gel!" dedim birine. Akşamımın gündemi değişti sonra. Hatta belki de, "akşamın gündemi", baştan beri çok yanlış bir şeydi.

"Bu haftanın gündemi"
"Bu ayın gündemi"

Kışlarımın,yazlarımın, baharlarımın böyle devam etmesine karar verdim bu sabah. Planı zorunlu hâller dışında (bkz. doktora tezim. bzzt!) artık kendime "Haydi, ne istiyorsun şimdi?" sürprizleri yapıcam. Yapılması gerekenler zaten yapılıyor da, arda kalan zamanın "Aaaah, ah neden başka bir şey yapamıyorum"la geçip gitmesi dert oluyor insana. Bu hafta sonu uzun zamandan sonra ilk defa iki gün ardarda film izlemiş olmak bile beni kendime getirdi. Nereye gitmiştim kendimden, Allahtan ki çok uzağa değil.

Ve'l hâsıl-ı kelam:

Ah çok güzel kafam bugün!
Kafama güzellikler getiren düşünceler içindeyim.
Güzel bir şey, kafamda iyi kalpli tilkiler.
Cin fikirle iyi kalbi birleştirmek neden daha evvel akıl edilmedi?

Şubat 20, 2011

Bu Klibi İzlemiş Miydin Ey İnsan?

Aşağıdaki klip Tori Amos'un imiş. Şöyle bir yol izledim keşif sürecinde:

1. Adım: facebook'ta bir arkadaşım Tori Amos'un bir videosunu paylaşmış. İzlemedim ama şarkıyı dinledim. O sırada başka bir şeyle uğraşıyor idim. Müthiş cahil bir kimseyim ben. Tori Amos'u duymuşum, öyle birkaç şarkısı kulağıma çalınmış, adlarını dahi bilmem. O kadar. Merak ettim, sesi bi güzel geldi. "Kimmiş la bu?" sorusundan hareketle Google kapısına koştum.

2. Adım: Google araması. Oradan ekşisözlüğe. (Ben bu sözlüğün adını bitişik yazmayı seviyorum nedense.)

3. Adım: Ekşisözlükte okudum biraz hakkında bir şeyler. Bir entryde China şarkısının klibinde taştan piyano yapıldığı yazıyordu, merak ettim, bakayım dedim.

4. Adım: Youtube gezintisi. China'nın klibini izledim, pek beğenmedim. Ama kadının sesi güzel. Yan tarafta rastgele önerilen videolar arasında bunu buldum işte! "A sorta fairytale". İngilizcem pek iyi değil ama bu "sorta" muhtemelen "sort of"un kısaltması filandır. öyle ise eğer hakkaten "Bir Nev-i Peri Masalı" demek oluyor şarkının adı. Belki soracaksın sevgili okurum, "Neden yolculuğun diğer durağı herhangi bir İngilizce-Türkçe sözlük olmuyor?" diye. Ama öyle kolay mı, ya bu demek değilse? =)

Haydi bakalım, iyi seyirler!

Not: Bu "Piyanist"teki adam değil mi yauğ?

Edit: Cesaret ettim, evet. "Sorta" öyle demekmiş. Hatta şarkı için ekşisözlüğe yazılan ilk entryde şarkının adını benle aynı şekilde çevirmişler. Misal, "Bir Tür/Çeşit Peri Masalı" da demiş olabilirlerdi. olamaaaaaaaz mı, olabiliiiir!

Şubat 19, 2011

Güzel Bir Filmmişsin Sen "Copie Conforme"


"Aslı Gibidir" adıyla ülkemizde gösterime giren, Juliette Binoche hanımefendinin başrolünde bulunduğu, zaten dikkatimi de bu vesileyle çeken bir film bu.

Ekşisözlükte hakkında yazanlar Binoche'un oyunculuğunu epey övmüşlerdi, ben de katılıyorum buna. Ama filmin bunun dışına pek de bir numarası olmadığını söylemeye gelen yorumlar vardı. Orada bir duruyorum işte.

Bir kere filmin el attığı, anlatmaya yeltendiği "şey" itibariyle bile tebriği hak ettiğini düşünüyorum ben. Neidr o "şey", ifadesi güç biraz galiba.

Başta, sıradan bir entel filmi geliyor gibi oluyor, doğru. Bir yazar, konferansta. Ama yönetmen bunun sıradan bir entel filmi olmaktan uzak olduğunu yavaş yavaş gösteriyor bize, iş ki biraz şans verelim, izlemeye devam edelim. Yazarın cep telefonunun çalması, üstelik açıp konuşması o sözde "ciddiyeti" dağıtıyor. Zaten ilerledikçe görüyoruz ki bu adam "Eğlen kardeşim, ölücez, bu kadar da ciddiye almamak lazım gerçek denen, toplum denen şeyleri" modunda bir kişi.

Tabii, filmi anlatmayayım burada ama söylemek zorunda olduğum şeyler var. Yazarın kitabının adı "Copie Conform", "aslı gibi olan kopya". Bir okuru, ki hatunun hem orijinal hem de kopya eserler sattığı bir dükkanı vardır, bir şekilde bir buluşma ayarlar ve görüşürler. "orijinal" ve "kopya" kavramları üstüne konuşurlarken garip bir durum ortaya çıkar. İşte filmin anlatmaya yeltendiği ilgi çekici olan "şey" budur.Oturdukları bir cafede, cafe sahibi onları karı koca sanır ve birkaç soru sorar kadına. Kadın da hemen bir oyunun içine "atlar", sanki beklediği budur. Adam da yavaş yavaş içine çekilir bu oyunun. Filmin sonunda "Tak" diye gerçeğe düşene kadar devam ederler. 15 yıllık bir evlilik uydururlar. Anılar uydururlar. kavga ederler hiç yaşanmamaış kırgınlıklar için. Şimdi al bakalım ey okur: "Neden iki koca insan böyle bir şey yapıyor? Deli mi bunlar?". Ve tabii, kaçınılmaz olan: "Böyle bir oyuna cesaretin olur muydu?".

Filmin "orijinal" ve "kopya" kavramları üstüne tartışmayla açılması boşa değil. "Gerçek" ve "taklit" hemen yanlarına ilişiveriyor bu kavramların. Şimdi bu bağlamda çok çok yaratıcı bulduğum bir planı göstereceğim sana sevgili okur, ben şeettim bizzat. Yazar ve kadın yeni tanıştıklarında, kadının dükkanında. Kadın epey heyecanlıdır ve az evvel oğlunun yanında gördüğümüz hâli gibi, yani "kendisi" gibi değildir adamın yanında. Çok heyecanlıdır, telaşlıdır. Bu kendi gibi olmayış, "kopya" kavramıyla üstüste oturtulur ve diyaloglarını aşağıdaki gibi izleriz; adam ve kadının bir aynaya yansımış olan görüntüsü-"kendisi" değil.

Bir de, yazarın bir "Fars şairden" diyerek kullandığı birifadeye bayıldım. Zaten o da bundan büyülenmemek elde mi, diyor: "Garden of leaflessness": Yapraksızlık bahçesi / yapraksızlığın bahçesi. Halbuki altyazıda "yapraksız bahçe" diye çevirmişler, umarım herkes dikkat etmiştir buna. Çünkü kaybediyor anlamını öyle dersek. Gugıl amcaya sordum, net bir yanıt alamadım ama, "yapraksızlık bahçesi" ifadesi Ali Şeriati ile beraber anılmıştı bir yerde. Onun mudur, bir yerde aktarmış filan mıdır, yazık ki bilemedim. Ama olsun, güzellik güzelliktir.

Bu Abbas Kiarostami kimmiş, varayım bakınayım. "Aslı Gibidir", tavsiye olunur.


"Garden of leaflessness": yapraksızlık bahçesi.

Şubat 18, 2011

Gelmek İçin Aklımı Seçen Birkaç Şey: Sevgili Yol Arkadaşım Hakkında


Bu akşam üzeri, bir insan üzerine pek ziyade düşündüm sevgili okur. Hayatımın bu yirmi sekizinci yılına kadar kimseye kendisi kadar yakın olmadığım bu insanın bahsi geçtikçe "yol arkadaşı" ifadesini kullanmıştım evvelce. Kendisi yolumdadır, doğru. Güzel bir benzetme duymuştum birinden, "Çekil yolumdan" dediğinde gidemeyecek kişidir doğru kişi; zira o zaten kendi yolundadır. Yolların kesişmesi. Alejandro Gonzalez Innaritu'nun şu pek sevdiği mefhum. Evet, bu güzel akşamın üzeri, ben biraz bunlara filan kafa yordum.

Her insan yalnız doğmuştur dünyaya, yalnız da ölecektir. Değil mi? Evet. Ama "yakınlık" diye bir şey var. Yalnız olmanın karşıtı olmayan, yalnızlığın cazibesini sallamaya hiç çabalamadan kendi cazibesini yaratan bir şey. Bir göze en fazla ne kadar yakından bakılabileceği, ne leziz bir mevzudur hakkında konuşulacak. Yoo, konuşulacak değil, düşünülecek!

Yakınlık denen şeyin en şahane hediyesi de ortak kodlar. Senden ve ondan başkasına herhangi bir manaya gelmeyecek kelimeler, bakışlar, mimikler. İşte anlamayacağın bir liste sevgili okur. "Kim bilir bilmediğimiz ne manalar aldı kullandığımız kelimeler, demek ki sandığımızdan daha büyük bu dünya" demek için yazdım bunları. Sevgilerimle.

Major tom.
Tedirgin kirpi.
Moda.
"Dur dur dur, tam anlamadım".
Söğütlüçeşme.
Tren.
Eskişehir.
İsmet özel.
Tekila.
Kaplumbağa.
Barton fink.
Vincent malloy.
"Gel buraya Vincent, konuşacaklarımız var"
Let me kiss you.
The letter.
"Allah iyilerle karşılaştırsın".
Cv.
Yüce. =)
7/4.
"Orda çerkes mi herkes?".
"Gördünnü?"
"Aldılar mı?"
Kırmızı balon.
Ug ug.
"Hindistan cevizi alalım mı?"
Ayraç.
Kabak tatlısı.
Bir poşet kurşunkalem.

Bir gün bu listenin yüz katı cebimizde, gülmekten ölücez olan bitene. Biliyorum.

Şubat 14, 2011

Alice Harikalar Diyarında

Tim Burton'ın kitabı okuyup okumadığı konusunda şüpheye düşüren filmi dün izledim. Üzgünüm ey insan! Alice'i bir yaratıkla savaşırken görmek uyuz etti beniğ!

Bak sana ne buldum fakat. Annie Leibovitz'in "Alice in Wonderland Editorial" başlıklı çalışmasından fotoğraflar, tamamı bu mudur emin değilim. Hımm, bir de, Vouge dergisi içinmiş bunlar.






Kaynak: http://blog.kimberleychan.com/?p=426

Şubat 03, 2011

Kuyu


“Son kaya iniyor kuyu aydınlanıyor
Ses insanın derinlerde parlayan
Son isyan denemesi oluyor güzel
İçimde yaman tutuk bir şair doğuyor
Tut elimden”

“Kuyuda ışık sönmesin
Kırk oda içiçe dönmesin”

"Tut", Sezai Karakoç.

Tanıştırayım: Haldun Amca!



Eğer bir sıkıntı çıkmaz ise, prosedürde bir acayipliğe (daha) uğramaz isem, önümüzdeki (en az) 2 yıl boyunca yazdığı her şeyi okuyacağım, hakkında yazılan bir şeye rastladığımda hop ile zıp ile karşılayacağım insan ile tanış. Haldun Taner! Kendisinin öyküleri hakkında bir tez yazacağım zira.

Hatırlar isen, "On İkiye Bir Var" adlı öyküsünden nefis bir alıntı paylaşmıştım seninle. Hep tiyatroculuğundan bahsediliyor, hep. Öyküleri ile ilgili tez mez var alsında, hatta kitaplaşmış da. Henüz görmedim ama yazık ki evvel zamandan içime kazınan kimi tecrübeler bu kitapta da "özetler" bulacağımı söylüyor. Her ne ise.

Sonuç olarak önümüzdeki 2 yılım ihtimal ki Haldun taner ile geçecek. Buna seviniyorum. Ne çıkacak, merak ediyorum. Okudukça sana "Oha" dediğim alıntıları yazarım sevgili okurum. Sen de "Oha" dersin, belki mutlanırsın, olmaz mığ?