Mayıs 30, 2010

Seneler Sonra, Yeniden Mulholland Dr.

Zannımca David Lynch şunları anlamış bir adamdır:

- İnsanın en büyük düşmanı zihnidir.
- Bütün zarar, "gerçeğe" lüzumundan fazla güvenmekten gelir.
- Tekinsizlikten çekiniyorsa insan, boku yemiştir.
- Dünyada bir manaya gelecek tek cesaret örneği, rüyalar karşısındaki tavrımızda kendini gösterecek olandır. Gerisi külliyen egosantrik zımbırtılardır.

***

Yukarıdaki resim Mulholland Dr. için tasarlanmış. Ben bayıldım ey insan! "Club Silencio" sahnesinin film için büyük önemi vardır hakikaten. "Her şey bir bant kaydıdır" sloganı, Betty / Diane'in başına gelenin özüdür. Kaydediyoruz evet. "Hafıza"diye bir yerimiz var içerimizde, bir minik delikle bağlandığımız. Atıyoruz oarya, biriktiriyoruz. İyi bok yiyoruz.

Aşağıda bence bu filmin en "can alıcı", "ciğer delici" sahnesinden bir an görüyorsun ey insan. Bir aşık kalbin / zihnin inflak ettiği an bu. Artık içler acısı biçimde "olmayacağını", "her şeyin bittiğini" kavradığı anda, içinde kalan son somut duyguya kendini verir: cinsel arzu. Haz, bir minicik an için Camilla'nın dönüşü olacaktır. Diane'in zaferi. Tek başına girişilen bir cinsel deneyim, üstelik acılar içinde, bağlana bağlana intihara bağlanır zaten. Bu kadar "sert"tir bu hayat, evet!

Ey insan, bu nemden geberdiğim pazar akşamında sana diyorum ki:

"Diane ölmedi yüreğimde yaşıyor.
Hemen her film setinde Camilla'ya bir köşeden bakıyor.
Yönetmenle göz göze gelirse de kazara
şunları sayıklıyor:
"This is the girl!" "

Mayıs 26, 2010

Bir Zamanlar Rüyalarım ve Mektup Arkadaşım

Benim lisede Koreli bir mektup arkadaşım olmuştu. Uzun sürsün istemiştim onunla ilişkimiz; Türkiye'ye filan gelsin istemiştim hatta. Yazık ki, öyle olmadı. Adı Young-Hee olan bu Koreli ile toplam beşer mektup filan yazmıştık yanılmıyorsam birbirimize. Zarflarına da kağıtlarına da hayran hayran baktığım, karşıma koyup uzun uzun seyrettiğim mektuplar... Deliye dönüyordum ondan mektup geldiğinde. Issız bir ormandan yazıyordu sanki bana; ya da bir çölden; belki kutuplardan. Kâğıtlardan üstüme hiç bilmediğim bir hava, acayip kokular, başka bir alfabeye alışık olduğu belli olan bir elden çıkmış yamuk yumuk harfler fışkırıyordu. Loş ışıkta okunduğunda hele, o-hoğ. Artık Arzu tamamen uçuyordu uzaklara. Renkten renge giren duvarlar, seneler sonra Orhan pamuk"un "Yeni Hayat"ında "gördüğünde" bir yerden tanıdık bulacağı neon ışıkları... Islıklar filan gelir kulağa mesela; o bilinmeyen coğrafyanın en meşhur şarkılarını çalan korkak ıslıklar. Madem korkaktır bu ıslıklar, nasıl buraya kadar duyulurlar? Benim ilk gençliğimin güzel sorularından biri, işte buydu, sevgili okur. Evet, cevabı yok gibi. Rahatı kaçıran pek çok soru gibi, sadece sorulduğu anda bir heyecan verir kişiye. Nasıl uyursan uyu sonra. Adı Young-Hee olan kızın kulağıma gelen korkak ıslıkları başımı pek döndürürdü. Valizler filan çarpardı ara ara gözüme. Elimden gelse, doldurup gideceğim sanki "oraya". Hiçbir yer olduğundan hiç şüphem olmayan "oraya". Olmadığı için beni kendine çeken... Leyleklerin peşine takılmak işe yarar mıydı mesela? Denemek her zaman manalı mıydı? Elimde kâğıtlar, öylece dalıp bunları düşünürdüm işte. Nasıl olurdu da, "olmayan yer"den mektup gelirdi insana? Arzu, diyordum kendime, "Olmalı böyle bir yer, muhakkak olmalı!". İnce ince kâğıtlar olurdu zarflardan çıkanların bazıları; ben çok aramıştım ama o incelikte renkli kâğıt bulamamıştım. Türkiye'de nedense sadece asker, çiçek, sarışın kadın yahut pop yıldızı basıyorlardı mektup kâğıtlarına. Her mektup yazışımda, yine sadece renkli A-4 ile yetinmek zorunda kaldığımı unutmak için yazımı elimden geldiğince "güzel" göstermeye çalışırdım. Ama hep mektubun sonuna doğru hata yapıyordum; en olmayacak yerde, kelimede. Fazla fazla aldığım renkli A-4 ler üzerlerinde yarım kalmış bir şeylerle masada biriktikçe utancım dayanılmaz bir hâl alıyordu. O kadar büyüyordu ki, çoğu kez elimdeki bütün kâğıtları yırtar, cesaretimi topladığımda yeniden "fazla fazla" renkli A-4 almam gerekirdi mektup yazabilmek için. Lekelenmesin diye attığım taklalara rağmen daha baştan birkaçı elden giderdi tabii, bir de bu ayrıntı var. Uzun ızdıraplarla nihayet "hiç de güzel olmadığına" bütün varlığımla inandığım mektubumu bitirmek için kendimi zorlar, hatırı sayılır bir mücadele ile ancak kapatılabilmiş bir zarfı böylelikle bir kenara koyabilirdim. Nihayet cevap beklemeye sıra geliyor, diye düşünürdüm; zaten beğenmediğim hâlde "Bitti" diyebilmemin tek nedeni bir an önce cevap beklemeye başlamak istememdi. Uzak bir yerden, belki de var olmayan bir yerden gelecek bir zarf beni yine önce pullarıyla bu dünyadan alacak; sonra kâğıtlarıyla, acayip çizimlerle, hayatımda hiç bu hâlde görmediğim "r"lerle ve "f"lerle rüyalarımı ele geçirecekti yeniden. Rüyalarımı evet, hayatımın son huzurlu uykularının rüyalarını...

Mayıs 23, 2010

Öndeyiş [Metin Altıok]


bedenim üşür, yüreğim sızlar.
ah kavaklar, kavaklar

beni hoyrat bir makasla
eski bir fotoğraftan oydular.

orda kaldı yanağımın yarısı,
kendini boşlukla tamamlar.

omuzumda bir kesik el,
ki durmadan kanar.

ah kavaklar, kavaklar
acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

Almanca Öğrenmek İstiyorum Ben

Kafamın içindeki kuyuda senelerce sakladım bu hevesi. Evet insan, Almanca öğrenmek istiyorum ben.

"Aşkını biiir sır gibiiiiii senelerdiiiiir sakladııım"

Üniversite yıllarımdan hafızamda kalan birkaç sözcük ve bir yerlerden kulağıma çalınanların bir kısmı o kadar şahane tınlıyor ki, garip bir yenilmişlik hissi duyuyorum diplerimde bir yerlerimde. Hâlâ ucundan tutmadım şu işin diye.


"Geist": Ruh (Hegel'den hatıradır minik beynime.)
"Zeit": Zaman ( Bir alttakiynen beraber Heidegger'den tabii. Hatta bir de "dasein" var ama o aslen uydurulmuş olduğu-çün buraya almadım.)
"Sein": Varlık
"Vernunft": "Akıl"
"Ding an sich": "Kendinde Şey" (Oy anammm oy=) en bayıldığım bu. Kant amcaya saygılar!)
"Ding für sich": "Kendisi için Şey"
"Sorge": Kaygı
"Angst": Korku


Sırf bunlar "şık" diye öğrenicem ben bu dili evet. Ölmem inşallah bir süre daha.

Mayıs 20, 2010

Rüyaya Giresim Geldi



Birdenbire birinin rüyasına giresim geldi. Herhangi birinin. Ama bilincinde olmalıyım. Biraz bakınmalıyım yani, acaba rüyada gezmek tozmak nasıl bir şey. Umut vermek yahut olan umudu söndürmek. Hiç bulunmadığın yerlerden el sallayıp zavallıcık uykucuyu korkutmak. Bilmediğin anılarından masallar anlatıp tedirgin etmek. Olmadık bir eşya, belgeselde bi kerecik gördüğü unuttuğu bir çiçek vermeli, "Nedir acaba bunun manası?" diye sordukça zevklenmeliyim.

İstiyorum! Ama farkında olmalıyım. Haberim olmalı. Rüyadan çıkışta dürtüp uyandırmalı, "Yolun sonu, günaydın!" deyip gülümsemeliyim uykucuya. Bu hayatımızın sırrı olmalı. sarılıp ağlamalıyız. Bana hiç sormamalı "Nasıl bir şey?" diye. Gözlerime bakıp anlamaya çalışmalı.

Evet evet. Ömrümün şimdiye kadarki zamanında "Beni anlasınlar!" derken bunu kastetmiş olabilirim aslında. Ha, bok bulurum o ayrı!

Mayıs 16, 2010

"Hâlâ Başlamadım"

Şşş okuyucu. Saatim 23.19; sabah 10.00'da şu anda yarıyı accık geçtiğim "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı sunuyor olacağım.

Bu kaygı anında David Lynch'i anlıyorum. O adını koyamadığı tedirginliğin, can sıkıntısının, gırtlağa çöken korkunun kıyısındayım. Yanımda yöremde kutu kutu biralar sanki. kaçak çocuğa oyun lazım. Kutu kutu penseden kutu kutu biraya giden süreçte bir "Arzu" birikti içimde. "Çat" diye çatladığımda, o da "Pat!" diye patlaycak.

Hâlâ, hâlâ, hâlâ başlamadım!


Sen bunu okurken geçmiş gitmiş olacak bu kaygıyı unutma okuyucum! Bu kaygı bir gece ağır ağır geçti bir insanın içinden. Bu kaygı sen hiç bilmeden yürüdü şu pek sevdiğin yolların üstünden. Az şey mi? Unutulacak gibi mi bu başıma gelen.

Garip Şeyler İmar Planı


Zihnimin çektiği numaralardan sıkılıyorum kimi zaman. Üstelik, bazen kalp ile iş birliğine girişip üstüme üstüme geliyorlar. Can sıkıcı. Ulan bu kadar mı yalnızım be. Evet, tam bu kadar. Acilen bir şeyler yapmalıyım. Koşmak oynamak gençleşmek faaliyetler filan değil mesele. "Bir şeyler" yapmalıyım. Ne yapmalıyım acaba.

1. HAYAT

Kendime bir hayat yapmalıyım mesela. Kartondan mı artık, oje şişelerinden mi, bira kutularından yahut çubuk makarnalardan mı! Bir hayat. Kendime bir hayat yapmak istiyorum.


2. İNSANLAR

Canımı sıkan şey bazen varlığı insanların, bazen yokluğu. Bazen yakınlığı, bazen uzaklığı. Takıldığı şeyler ve tabii takılmadıkları. Anlamadığım bir şeyler var. Korkuyorum. Galiba anlamadığım çok mühim bir şeyler var. Kendime hemen her şeyi anlayacak insanlar yapmak istiyorum. Hepsini kapatıp bir mahzene "Konuşun ulan!" demek istiyorum. Ama onlar konuşmaya başladığında ihtiyacım olacak şeyi de evvelce "yapmış" olmalıyım. Hımmm. Evet, buldum.

3. KAFA

Kafa yapmalıyım. Evet evet. Ne güzel kelime ya, "kafa". Mahzende zamanımız ve emeğimiz boşu boşuna topraklara akmasın, bir hiç için yerle yeksan, hesapsızca ziyan olmasın diye. "Konuşun ulan!" diyene cevap verecek kadar ince ruhlardan gelenler belli ki bir şeyleri değiştirecekler. Sonra o bir şeyler de beni. Ben yine bir şeyleri. Kendime yorucu, mahvedici bir kısır döngü yapmalıyım.

4. KISIR

Düşündüm de, ben o kutlu kısır döngü yerine ancak -en azından hayatımın şu noktasında- ancak biraz bulgura su baharat tuz ot salça yağ falan ekleyip -onu da doğru sırayla yapmalı elbet!- "kısır" yapabilirim. Bak işte, kendimle böyle acıklı acıklı dalga geçmekten aldığım zevki yaşamaktan alsaydım, bunca zahmete gerek kalmazdı insan. Bir belediye otobüsünde mesela, etrafında yüze yakın insan olduğu halde "bakmayabilen", "düşünmeyebilen", "merak etmeyebilen", "kurmayabilen" ve dahi o otobüsten indiğinde sadece bir otobüsten inmiş "olabilen" adamı kıskanıyor gibiyim. Bazen el sıkışıyorum öyle adamla; yahut geliyor yan bakıyor bana. Hayat işte, her şey oluyor. "Ne kadar akıllısın Arzu!". Öyleeeeeee, ben çok akıllıyım. Püf. Evet evet, belki gerçekten kalkıp kısır yapmalı. Hı hı, kolum bile kalkmıyor!


HALBUKİ GÜNÜN SORULARI

1. Sınavları okudunuz mu hocam?

Okudum. Ama mail atmaya üşeniyorum. Deliler gibi üşeniyorum. Bu üşenmeden çok acayip bir haz alıyorum.

2. Ödevleri peki hocam, ödevleri okudunuz mu?

Okumadım! İçimden okumak da gelmiyor. Tembellik mi yapıyorum peki? Hayır. Yarın 3 tane sunumum var. Hepsi benden kafa isteyen adamlar. Mikhail Bakhtin, Jacques Derrida, Bilge Karasu. Elimde değil sevgili yirmili yaşlardaki sevgili öğrencim; senin "de"leri "da"ları yazmakla ilgili haklı mücadelenden, hayatın anlamına kayıyor aylak kafam. Özür dilerim, merak etme "okuycam"!

3. Hayatın gerçekten bir anlamı var mı?

Aaa, bu günün değil "her günün" sorusu. Araya karıştı.

4. İyi misin Arzu?

Değilim. Hiç değilim. Hatta "iyi" derken ne kastettiğin, benim için hafızanın diplerinde duran, hayatta bi defa komşuda yenmiş, annenin yapmayı bilmediği bir tatlının hüzünlü lezzeti gibi bir şey. Çok güzeldir be, ama bi daha yiyemicen.


Bu da böyle bir bahar günü hezeyanı... "İdi" en azından. Ama biliyorsun değil mi sevgili okuyucum, daha ağızdan çıkar çıkmaz buharlaştı bu imar planı.

Mayıs 12, 2010

"Yaz" Gelsin Duası


Yaz gelsin. Amin.
Annem her geçen gün gençleşsin. Ohh.
Babam da öyle, hırs yapsın daha da gençleşsin hatta. Haha.
Sınavlar bitsin. Hı hım.
Tez konum beğenilsin, kabul görsün; araştırdıkça hesaba katmadığım deli gibi malzeme çıksın. Ahh ah.
İstediğim hoca danışmanlığımı üstlensin. İnşallah.
İsam'da yatıp kalkayım. Üff.
İlham alsın beni delirtsin; kafamdaki milyon meseleyi şak diye çözdürsün. La ilahe illallah!

Mayıs 07, 2010

Küçük Kızlar Niye Yaşar Dünyada?


Feminizmi sevmiyorum. Umurumda bile değil. Bahsedeceğim şeyin onunla zerre kadar alakası yok, olamaz.

"Çocuk" denen şeye çok takılıyor kafam. Özellikle kız çocuklarına. Neden bilhassa onlara? Çünkü insanın güveneceği temel malzeme deneyimleridir ve benim elimde sadece "kız çocukluğu" ile ilgili malzeme var hâliyle. İşbu küçük sebepten belki de sığ biçimde, kafamın "çocukluktan" sonra hemen sıçradığı yer "kız çocukluk" oluyor .

Bence her küçük kız, diğer tüm duygulardan evvel hüznü imtihan ediyor. Meyve soymadan evvel el kesmeyi, çorba kaynatmadan önce bileği tencereye çarpmayı, bardakları çamaşır suyuna yatırmadan evvel geniz yakmayı -bir kadının hayatında en faydalı bilgidir geniz yanması- öğreniyor. "Bence" dedim ey insan, sığlığımı bana bağışla!

Dört yaşını bekleyen ufak eller görüyorum bugünlerde yakınımda. Biliyor musun insan, hiç kolay bir şey değildir ufacık ellerle dört yaşını beklemek. Üstelik hiçbir zaman bir kadının elleri gelmekte olan yaşa yetecek kadar büyük değildir. Otuz geliyor mesela şimdi, kafamı öbür yana çevirdim; soktum ceplerime ellerimi. Ey dünya, ne acayipsin ki, bazı kadınları bazı erkeklere güzel gösteren elleridir. Bilmiyorum ben, acaba "haha, ne zavallılar!" diye mi? İhtimal ki, en az bir erkek bir kadına böyle bakmıştır. Şimdi bunun için ölmeye değmez insan. Konuya dönelim geri.


Dört yaşımı beklerken, bu bugünlerde etrafta dolaşan küçük kız gibi miydim ki. Haşa, imtina ederim onu bana benzetmekten. Rabbim korusun derim. (Çünkü sevgili insan, ben küçük olan bazı şeyleri severim. Küçük kalpler isterim mesela karşımda. Bu dünyada küçük kalplerden başka ses çıkaran ne var ki?) Ama işte tutamıyor insan kendini. Bakıyorum, ne yalan söyleyeyim; gözlerine gözlerine. Azıcık kelime var henüz içinde. Sadece "Ben de geldim!" demeye yetecek birkaç kelime. Hâlbuki aynada bir dönüyorum ki kendime! Off. Sorma insan, söylemem. Uzun konuşmak bir kenara zaten de, ima bile etmem. Hatırlıyor gibiyim, ben dört yaşımı beklerken...

Ben işte, bak bu yazdıklarını okuduğun ben, dört yaşımı beklerken, gözümde "Ben de geldim!" demeye yetecek üç beş kelime taşıyordum. Lazım oluyordu, ortalık bir yere çıkarıp koyuyordum. "Kızımız da pek tatlı maşallah"lar üzredir ki; hiç böyle bir gelecek ummuyordum. Zannetmiyordum ki oysunlar gözlerimi de, kocaman birer kuyu soksunlar içine.

"Cimcime". Anneler sever küçük kızlarına böyle seslenmeyi. Severdi annem de.

Mayıs 03, 2010

Kendime Söz

...


hırs ise "hırs", hadi bakalım!

şu dilimin ucundaki, senelerdir kafamı parçalayan, hayatın tüm manası kendisiymiş gibi hissettiren şeyi ifade etmeyi becericem ulan! söylemeden ölmicem!



...