Kasım 18, 2011

Damla Sakızlı Türk Kahvesine Giden Yolda Neler Mübahtır?

Bu oturmakta olduğum kanepeden kalkmak için evvelinde bilgisayarımı kucağımdan çekmem lazım. Çekelim. Kalkıp antreye yönelmem lazım. Ama biliyor musun sevgili okurum; ben öyle bir kişiyim ki bu saydığım iki basit eylemi aklımdan hiçbir anı-kaygı-telaş-vs geçmeksizin yapmam olanaksız. Rabbim de beni böyle yaratmış.

Antre dediğim minicik bir koridor, sonu mutfak. Ocak, cezve. Biraz su ve kahve. Azıcık şeker. Ah, ne zor bir araya gelecek şeyler. Biliyorum, içinizde bazı şanslılar var, onların hayatlarında bu tür basit şeyler şakır şakır olur biter. Oysa, benim naçiz matematiğimde bir fincan damla sakızlı Türk kahvesi bir dizi büyük fedakârlık eder. İçimdeki utangaç kız dile gelir, "Hatırlamayı göze alıyorum", "Ne çağrışırsa çağrışsın anasını satayım!" der. Hadi demesin bakalım.

Kokuyu önceden hayal etmek var mesela bir de. Zihinden geçecek kaygılar maygılar dışında bir de bu var. Kahve kokusunu bu kadar seven ben, minicik bir koridorun bir yerinde dayanamayıp düşüp kalsam ne olur? Ne olacak, gülersin! Gülme sevgili okurum! Az sabır değil benim için o beş dakika. Kısık ateş, beş dakika. Harlandırsana ateşi, harlandıramazsın! Kötü olur kahve o zaman diğ mi? Zaten köpük miktarı en büyük utancımdır bu hususta. Uzadıkça uzuyor, ucu gelmiyor elimize baksanıza.

Ama işte, mübah, hepsi mübah. Yaşa sen zamanında abimin askerden dönerken Kıbrıs'tan getirdiği çiçekli fincan; şimdi gelip kaygıyla, telaşla ah bir de kısmet olursa eser miktarda köpükle dolduruyorum içini.

Saygılar.

Kasım 16, 2011

Ah! Yeniden Merhaba!

En son neredeyse 2 ay evvel yazmışım.Blogumu unuttum mu? Yazmaktan sıkıldım mı? Hayır, hayır, yüz bin kere hayır!

Değişiyorum. Saçlarım uzuyor, uzadıkça uçları ince ince kalıyor, zayıflıyor. Kafam karışıyor, karıştıkça ufak tefek gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Hafızam kendini topluyor, ne demekse, ama öyle yapıyor.

Değişiyorum. Tembelliğim üstüne evvelden hiç düşünmediğim şekilde düşünüyorum. "Mücadele" nedir, soruyorum kendime; ve kime karşı verilir? Kalp kıranlara karşı mı? Değil. Yolumuza çıkanlara karşı mı? I-ım. Olsa olsa kendimize karşıdır, ancak kendimize karşı. Bunu çok söylerler; azıcık edebi olma kaygısının ilk meyvesidir kendisi. Ama ben ciğerimden söktüm yazdım onu ey sevgili okur. Mücadele dediğin, en azından benim için "kendinle" olacak bir şey.

Yakın zamanda -hem de pek yakın- en sevgilim sordu: "Bu kadar mı zor?". Düşünüyorum düşünüyorum. "Zor" diyorum cevaben, içimden. Ama "Evet, bu kadar zor!" diyecek kararlılığa da cesaretim yok, o kadarına yüzüm tutmuyor. O kadar zor olamaz. Peki o zaman, hadi?

Ah sevgili okur. 19 Eylül gününden beri habire değişiyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Şu anda önümde yine kendi elimle boyadığım kapkara bir duvar: doktora tezim için epeydir hiçbir şey yapmadım; üstüne bir de önümüzdeki ay ilk komiteye hesap vermem gerektiğini öğrendim. Herhalde ölüm yok diyorum ucunda. Çözümü de ilk defa "çalışmak" olarak değil, "rahat olmak" olarak tanımlıyorum. Çünkü rahat olsam, çalışabileceğim zaten! "Neden çalışmıyorum" gibi bir plak kafada döndükçe, azim denen şey gelip seni bulmuyor. "Bir şey yapmadım hocam". Ama işte, yapmadıysan yapmadın, insan öldürmüş gibi hissetme kendini ya-hu! Diğ mi?

Ahh sevgili okur, bu söylediğim karman çorman şeylerden bir tek şunu anla: değişiyorum. Adamın teki, bir nehre bakarak anlamış bunu zaten antik zamanda. "Antik" de negsel kelimeydi be, eskiden çok duyardım. Neyse. Bakmış nehre, "Akıyor lan bu!" demiş, "Bir daha yıkanılmaz da şimdi bunda ha!". Doğru, bende bir daha yıkanılmaz sevgili okur. Eskiden tanıdığım, bugün hafızamın ölmez misafirleri olmuş hiç kimse bende bir daha yıkanamayacak. Değişiyorum ben çünkü, akıyorum. Yeni bir insana doğru akıyorum. Bak şimdi bunu da hatta neye bağlıyorum:

Ben seneye bu zamanlar, eğer büyük bir fırtına çıkıp ortalığı dağıtmazsa, bir başka insan olacağım. Başka bir soya bağlanacak adım. Her sabah kalktığımda, kendime yeni bir sürpriz yapacağım: "Bak, burada işte!".

Ah sevgili okur. Ah.

Eylül 19, 2011

Eylül, Nasıl Geçtin Habersiz?

Mırıl mırıl: Nasıl geçtiiiiiğ habersiiiz / O güzeliiim yıllarrııııım...

Eylül gelsin diye koca koca ipleri var gücümle çekerdim kendime. Bu yıl, yıllık iznimde, bayramın 3. gününe tesadüf ettiğinden bir "başlangıç" hissi yaratamayarak geldi yazık ki. Sonra hoğğp bi bakmışım, 19 eylül.

2011'in 19. eylül günü başlayalı bir saat olmak üzere. Bugün, benim 28. yaşımın son günü. Doğum günümün arefesi. Öyle, bin türlü düşünce var kafamın içinde.

Filmler izledim mesela bikaç tane. Yazmaya üşeniyorum haklarında. Yarın işe başlıyorum, iznimin sonu geldi ve ben yapılacak şeyleri düşünmeye üşeniyorum. Nereden bu yılgınlık, neden?

Belki sen biliyorsundur? Biliyorsan lütfen, haberim olsun!

Eylül 15, 2011

Mesaj

Sevgili okurum,

Yıllık iznimin sonuna gelmek üzreyim. Olympos denen cennet köşesinde geçmiş 7 gün bana pek iyi geldi. Ama sonra, bana ulaşması planlanmış gibi görünen bir mesajla irkildim:

"Yazdıklarını okuduğumu biliyorsun. Ben senin en sadık okurunum. Bana karşı sorumluluğun yok, ama yaşadıklarına karşı olmalı".

Belki de bana değildir. Bana ise el cevap:

"Yazdıklarımı okuman pek umurumda değil, çünkü artık zihnimde yalnızca kafamı bulandıran, gözlerimi yerinden oynatan bir öfkeye tekabül ediyorsun. 'Ey insan' derken, artık sözüm sana değil! Sana karşı sorumluluğum neden olsun ki. Yaşadıklarımla aramda olup bitenler hususunda söyleyeceğin herhangi bir şey düşüncemi etkilemez / eylemimi belirlemez. Neden sana cevap veriyorum? Çünkü seni sevmiştim. Blogumda acıklı şeyler yazabilmek için değil ama hayır; o yüzden senden bu duyguya anlam vermeni beklemiyorum. Sana onulmaz acıların içindeki hayatında muvaffakiyetler diliyorum.Stop".

Sevgili okurum, senden bu saçma şey için özür diliyorum.

Ağustos 29, 2011

Belki...


Ankara’dayım. Yıllık izin. Bazı şeyleri hatırlıyorum.
Evet. Hatırladığım bazı şeyler var.

Mesela benim odam yoktu. Yattığım kanepenin bulunduğu odayı sahiplenmiştim ve “yalnız” vakit geçirmem anormal karşılanıyordu. Kavgalar etmem gerekiyordu kendimi dinleyebilmek için. Ama buna değiyordu.
Şimdi bir evim var. “Odam” olmamıştı, evim var. Garip bir şekilde yalnızlıktan kaçıyorum bir süredir. Sanırım artık yalnızlığımda düşünebileceklerimin açıklacak bir kapıyla kesintiye uğramayacak oluşuyla gizliden gizliye ilgisi var bu durumun. Sınırsızlık, sonsuzluk bir yanıyla kötü bir şey de olabilir pekâlâ.
Belki de her an açılacak bir kapının tehdidi bizi yalnızlığın, senden gizlenmiş olanın, zihnin derinlerinde karşına dikiliverebilecek olanın önünü kesmesiyle sana iyiliktir.

Ne yapayım, olumlu düşünmeye çalışıyorum.

Ağustos 27, 2011

Ne Geldi Başına Baby Jane?

1962 yapımı, Robert Aldrich filmi: "What Ever Happened to Baby Jane?". İzleyeli iki hafta kadar olmasına rağmen oturup yazmaya bir türlü fırsatım olmamıştı.

Bi' kere bu, çok hoş bir "hikâye" öncelikle. 8-10 yaşlarında Jane adlı,sahne şovları yapan bir kızın hikâyesi. Zanneidlmesin ki, bir çocuğun sahne sanatçısı olarak nasıl bir yaşamı olduğu / olacağı anlatılıyor. Öyle değil. Filmde, bir zamanlar "ünlü" olmuş bir kızın gözden düştükten sonra, yaşlandığı zaman nasıl bir ruh durumu içinde olacağı anlatılıyor. Bence bu ilk ihtimale göre çok daha ilginç, çok daha anlatılmaya değer. Bu altmışlarda bir hâl var zaten. İçim rahat bir şekilde, altmışlardan hemen hemen ne izlediysem bayıldım, diyebilirim.


Hikâyenin hoşluğu yanında, insanın en fazla 15 dakika içinde ağzını açık bırakmaya başlayan bir tarafı da benim bu güne dek hiçbir filmini izlememiş olduğum Bette Davis'in hayranlık uyandıran oyunculuğu. O kadar net, o kadar gerçekçi mimikleri var ki, bırakın role ikna olmayı, bir taraftan da "Bu nasıl bir oyunculuk" diye uzun uzun düşündüm, işin teknik tarafı ile ilgili de kafa yordum. Bunun yabancılaştırıcı bir etki olduğu söylemeye çalışmıyorum ama, pekâlâ bu iki ayrı boyutu paralel olarak algılayabilir insan zihni bence; ikisini de "izleyebilirsin" bir filmi izlerken.

Filmin birkaç "anı" var ki, geriye dönüp dönüp izledim Bette Davis'i. Mesela, kardeşinin komşularıyla ilgili sorduğu "Did she like it?" sorusunu, kardeşini taklit ederek tekrarlayışına ağzım açık baktım. Mesela, bankada "I'm Baby Jane, perhaps you remember" derkenki yüz ifadesi... (Burada, Sinan Çetin'in "Komser Şekspir" adlı filminde Okan Bayülgen tarafından oynanan Hayaticik tipinin ne kadar adi bir çakma olduğunu anlamadım değil. Sinan Çetin bu filmi izlememiş olamaz. O da milllete "Beni hatırladın mı?" diye sorup duruyordu.)

Hele bu filmin son sahnesi... Ekşi sözlükte epey övülmüş "sürprizi" kastetmiyorum, beni çok vurmadı o. Beni vuran, Baby Jane'in bir kalabalık etrafında toplandı diye eskisi gibi dans etmesi oldu. Kendini kaybetmiş, ilk defa huzura ermiş şekilde. Huzur, evet. Zaten bu Jane'in ruhunu zaptetmiş "baby jane" hatırasının sadece "ünlü" olmanın travmatik yanıyla ilgili olmadığını düşünüyorum. Hatta abartıp çocuklukta insanı mutlu etmiş herhangi bir yaşantıdan ayrıca bir anlamı olmayabileceğini bile düşünüyorum. Ben çünkü şahsen "çocukluk" denen dönemin yeterince "acayip" olduğuna inanıyorum.

Söylemeden geçmek olmaz, bu "çocukluk" meselesi yanında "iyi" ve "kötü" hakkında düşünmek de bir güzel iş oluyor gününüzü kurtaran, filmin size yaptığı bir iyilik.

Ah, çocuk ruh. Seni seven izlesin bu filmi!

Ağustos 18, 2011

Al Sana Haber!


Şöyle ki:
Usta yönetmen David Lynch, 'Crazy Clown Time' adlı ilk albümünü 8 Kasım'da yayınlıyor.
Albümde sözleri Lynch tarafından yazılmış 14 parça bulunuyor. Usta yönetmene, albümde Yeah Yeah Yeahs grubundan Karen O da eşlik ediyor.

Kaç şarkıymış?
=)

Ağustos 12, 2011

Neden Bir Şarkılar Listesi Şimdi / Bütün Günler Gibi Bu da Gelip Geçmedi mi?


bir şarkı ne zaman güzel değildir
sonu olduğu zaman
sonu yoktur çünkü güzel şarkıların
kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez


diyordu "Pas" şiirinde Edip Cansever. Güzel bir şarkının içi, o hep beklediği geçit değil midir insana? O beklediği, özlediği, aradığı şeylere açılan. Ya da bir kocaman ormanda, otlar ve çiçekler içinde oturmak. Upuzunca oturmak. Ama her şarkıyı her dinlediğinde olmaz. Şarkı senin şarkın olacak, senin gibi biri olduğunu duyumsadığın, gözlerinde bir parlamayla kendini sana tanıtan birinin şarkısı.

Güzel bir şarkıyı dinlemek, insandan beklediğimiz imkânsız bir şeyin ta kendisi bence: anlaşılmak. Ama yanlış anlamayın, şarkının sözlerinin sizi anlatmasını falan kastetmiyorum. Müziğin kendisini diyorum asıl. Bazen bi' yerde öyle bir keman giriyor ki mesela, kaybettiğim bütün tokalarımı bulmuş gibi oluyorum. Batırdığım güzelim bayramlıklarımdaki lekeler çıkıyor. Uzak bir ülkede, gözümle hiç görmeyeceğim bir yerde.

Belki de her insan hayatının bir dönemini sadece şarkı keşfetmeye adamalı. Bir taraftan roman okumalı, şiir okumalı. Başka bir şey beklememeli hayattan. Ve en önemlisi, kendisinden korkmamalı. Kendisine ısınmalı.

Nasıl hissediyorum biliyor musun ey dünya, çocukluğumun bir yerinde -her nasılsa ve nedense- kendimden kalkmış ve sonra artık yaşadığım her an ondan gitgide uzaklaşmışım. Çok değişmişim, bakınca beni tanımıyor şimdi.

"Şarkılar..." diyor bana kendim, "Şarkılar dinlemeli. İçimden öyle geldi."

Sevgili okurum, senden büyük ricamdır. Şu şarkıları dinleyesin eğer vaktin var ise.

1. Eren Kazım Akay, "Mayhoş".
"Tam oldu derken... Taaağk!"
http://fizy.com/tr#s/1aitkg

2. Kumdan Kaleler, "Gökanlam" (Bahsettiğim keman budur!)
"Kızgın ve mavi bir mührün borcuyum"
http://fizy.com/tr#s/1aj9s6

3. Yaşar Kurt, "Fırt Emin"
"Ne zaman geldin ruhum?"
http://fizy.com/tr#s/1aifrv

4. Nem, "Yarım Kalan Hayaller Yaşındayız"
"Mavi bir rüzgâr, içinden geçer..."
http://fizy.com/tr#s/13jpux




Ağustos 10, 2011

Karen Elson, Bir Sabahımı Güzel Yaptın Sen

Bu sabah Twitter'da Yekta Kopan tavsiye etmiş Karen Elson dinlememizi. Selam olsun kendisine. Önce http://www.karenelson.com adresinde gördüğüm "The Birds They Cycle" adlı şarkıya bir vuruldum. nasıl bir isimdir o öyle! Çevirmek istedim beceremedim mesela. Eğer "cycle"ın bilmediğim bir anlamı yoksa çok enteresan bir laf bu! Evet baktım şimdi, yokmuş öyle başka bir anlamı. "Dönemk, devir yapmak". Bildiğin, gökteki kuşların birilerince "idare edildiğini" söylüyor. Oyh. Ben bi gömülsem bu şarkılara.

İkinci adım olarak da "The Truth is in the Dirt" adlı şarkısının klibine bir süre hayran hayran baktım. Sen de bak sevgili okurum...Belki sen de seversin. Senin de sabahın güzel olur?

Altındadır bu yazının.

Bi' Bakınız! "The Truth is in the Dirt"



Temmuz 21, 2011

"Origami Crane" Gel de Dile, Söyle Benimle Bile

1. Kısım: Turna Kuşu

Bin turna kuşu hikâyesini belki de bilirsiniz. Hiroşima'ya atılan atom bombası yüzünden hastalanmış Sadako adında bir Japon kızın ölüm döşeğinde kendisine anlatılan bir efsanenin peşine gitmesi ile ilgili. Demiş ki birisi ona, kâğıttan 1000 tane turna kuşu yaparsan iyileşeceksin. 645. turna kuşunu görmeye ömrü vefa etmemiş. Bir parkta heykeli filan var Japonya'da; merak buyurduysanız internet sizi oralarda bir gezdirebilir.

Aşağıdaki fotoğrafta bir "origami crane" var. Turna kuşu. Onu yapmayı öğrenmek istersen tarifler hep İngilizce de; o yüzden "crane" deyip durdum.



2. Kâğıt Katlamanın Huşusu

Çocukluğumuzda TRT'de origami öğreten ve Cem Yılmaz'dan hatırlayacağınız gibi "Burada yapılmışı var" deyip duran kadının hayali hâlâ içimde. Ara sıra internetten origamiden yapılmış bir şeyler arayıp "Vay be!" demişliğim vardır.

Ama bugünlerde kâğıt katlamaya sardım. Önce çok zor görünen birkaç şeyi yapmayı becerince pek mutlandım. Benim pek sahip olmadığım bir sabrı bekliyor kâğıtlar katlayanından! Öyle bir durum var. Ama belki öğrenirim. Bu yaştan sonra sabırlı bir kişi olup çıkıveririm. =)

Şu ana kadar birkaç çeşit çiçek, turna kuşu ve iki çeşit kutu yapmaya muvaffak oldum. Kutular en zor olanları. Bir yandan da origamiden fil yapmaya göre bence daha keyifli.

İki gün evvel, iş günüm boyunca origami yaptığım hâlde bir de çıkışta Kadıköy'de bir cafede oturup bir kutu daha yapmak ve dahi yol arkadaşıma "N'olur bi' kutu da sana yapayım" yalvarışında bulunmak beni şimdi düşündüğümde iyice zevklendiriyor. He-heğ.

Çocukça olan her şeyi getirip bana verin! İstiyorum, yapın bunu.

Bir Ufacık Hatıra


Bir keresinde, bir arkadaşımın ders notlarında gördüğüm birkaç kelimeyi yanlış okumuştum. Derste tutulmuş notların -yanlış hatırlamıyorsam Osmanlıca dersi idi- yanına kendi sözlerini yazan insanlar vardır. Kendisiyle konuşan. Ben çok eğlenirim bununla. Öğrencilerime yapın dediğimde gülüyorlar. Neyse. Canım arkadaşımın da bunu yapmış olabileceğini düşündüğümden, özellikle notların yanında bir şeyler aramıştım okurken. Ve aradığımı bulmuştum!

"Kara kara düşün!"

Pek uzun zaman gülümsemişimdir eminim, çok heyecanlandım. Ben, insanın kendiyle sohbetine, münakaşasına, kavgasına, sillesine tokadına çok kıymet veririm sevgili okurum. Yalnızlık alametlerinin her biri nazenin bir inci tanesi değil midir şu fani ömürde? yalnızlıktan kastımı da belki yazmalıyım bir ara. Yanda yörede insan esamesi olmaması değil elbette. Kendi yuvacağızına lüzumunda çekilebilmen. Bir "kendin" yapmış olman. Artık hamurdan mı, demirden mi, ipekten mi, kâğıttan mı...

Neyse işte, bu "kara kara düşün" beni mahvetmişti. Ertesi gün serviste, "Ben buna delirdim, çok acayip!" deyince "Seni hayal kırıklığına uğratıcam ama orda o yazmıyor şu yazıyor" dedi. Bi' kalakalmıştım. Canım insanın beni çok heyecanlara gark etmişliği bulunduğundan çok yıkmamıştı bu beni. Ve fakat bak, aklımdan da çıkmamış. En az 4 senesi var. Belki daha çok...

Gerçekte ne yazıyordu? Unuttum. Ama kendi sözüydü, ders notu değildi.

Hem düşün, ben bunu çocuğuma, "kara kara düşün!" yazmış, düşünebiliyor musun ya?" diye anlatırsam, hem geçmişi değiştirmiş hem de evladıma "kendin" olmanın güzelliğine daha yakın yeni bir dünya hediye etmiş olmaz mıyım? Tüh, sevgili okurum, keşke sana da öyle anlatsaydım!

Temmuz 13, 2011

Orhan Veli'den Bir Şey Sevdim


Orhan Veli'yi sevmem.Şiire getirdiği yeniliği, umm daha doğrusu onu da değil de, düşüncelerini onaylarım. Bence de gündelik olan şiirleşebilmeli! Ama tabii, bunu o zamanda söylemiş olmak çok kıymetli. Fakat şu detay önemli: "şiir"e girebilir gündelik olan. "Şiir"e. Orhan Veli'nin teknik mânâda "şiir"i ne yaptığı bence biraz hüzünlü mesele. Israrla ve inatla şiir olarak göremiyorum onun yazdıklarını. "Şiir dili" diye tanıdığım pek sevdiğim şeyin yanına pek koyamıyorum. Mevzusu pek güzel ve içinde birkaç güzel laf geçen azıcık şiirini sevmişliğim yine de var: "Anlatamıyorum", "Hürriyete Doğru" (ki bunu az severim), "İstanbul'u Dinliyorum". Bu sabah işte, bunların yanına bir şey eklendi. Mevzusuna vuruldum. Bir süre gülümsedim. Donup kaldım. "Bunu" yazmak ne güzel dedim. Ama yine de şiir dili vs. söz konusu olacaksa, eski fikrimdeyim. Bakınız:

Bir Roman Kahramanı

Çadırımın üstüne yağmur yağıyor
Saros körfezinden rüzgar esiyordu
Ve ben,bir roman kahramanı
Ot yatağın içinde
İkinci dünya harbinde
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum
Bir şehirde başlayıp
Kim bilir nerde
Kim bilir ne gün bitecek mevzuumu


Çok naif! Bir roman kahramanının esasında çadırda oturuyor ve fakat kendisine biçilen yaşamı yaşamaya çalışıyor olması. Sanıyorum o çadırda oturan "esas" durum, yazarın zihni oluyor biraz. Hatta biraz ne ya, öyle olmalı direkman. (Bi' "direkman" vardı eskiden. Ne abuk bi' kelimeydi Allahım!)

Bence çocukça bir şey var bu metinde. Ki ben çocukça şeylere çok hayranım, çok hastayım.

Temmuz 12, 2011

Hafızamda Bir Bozcaada Var

Ben yüzmeyi bilmiyorum sevgili okur. Sadece zaman suyu içinde yalpalamayı kastetmiyorum; o kocaman tuzlu sularda yolumu bulamam diyorum. Bu hafta sonu ilk defa denedim; öğrenmeye çalıştım. İlk denemede olmaması normal diyor herkes, acaba üzülmeyeyim diye mi? Bakalım, zaman gösterecek cevabı ama ben şu an itibariyle yüzmeyi hâlâ bilmiyorum. Yol arkadaşım şimdiye dek yüzme öğrenmek isteyip beceremeyen hiç duymamış. Belki de dünya tarihinde bir ilk olmayı başarabileceğim sevgili okurum; bu azimle çalışıp yüzme öğrenmeyi beceremememe bağlı.

Bozcaada sandığımdan daha "boz" bir yermiş. Yahut şöyle diyeyim: Bozcaada hakikaten "boz" bir yermiş. Evet, bu daha uygun oldu bence. Çünkü isme çok takılmamıştım ben ve gördüğüm fotoğraflarda da yemyeşil bir yer hayal etmeme yetecek malzeme var idi. Neyse, boz bir adaymış bu yani. Ama beğenmedim diyemem; tıpkı beğendim de diyemeyeceğim gibi.

Denizi çok beğendim ama. Tertemizdi. Duruydu. Ben debelenirken etrafta yüzmekte ve arkadaşıyla türlü deniz şaklabanlıkları yapmakta olan insanlardan bir tanesi "Akvaryum bile bu kadar duru değil" dedi. Bi' hoşuma gitti benim bu benzetme.

Benim bu tatile ilişkin esas izlenimlerim yol arkadaşımla ilgili. Onunlayken dünyanın neye dönüştüğüyle ilgili. detaya gerek yok fakat şu kesin: Benim artık anlaştığım birisi var. Öyle ki, şimdiye kadar gördüğüm her şeyi hızlıca bir de onunla izlemek isterim. Bütün hayatımı. Bütün insanları. Gitgide daha kapalı bir şeye dönüşüyor bu iletişim sanki. Etrafa kapalı. "Closed" beyler. Bu durumla ilgili eleştiri de aldım. Bildiğin, sevgilisine gömülüp etrafı unutan şavşalak kız muamelesi de gördüm. Umrumda mı? Bu hayatta, değil. İkinci bir şansım olursa düşünürüm. Çünkü ben, ikinci bir şans varsa bile bu etabın "derin düşünce" etabı olduğundan eminim. Zihnimin daha derinine inebilmem için bu iletişime ihtiyacım var. Kayalıklarımda kaybolmaktan korkmama artık gerek kalmadı. Bu şartlarda kimse benden "dışarı"ya, günlük "gaile" denen tonla zımbırtıya karşı samimi bir heyecan beslememi beklemesin. Konu dağılıyor gibi geliyor değil mi sevgili okurum? Dağılmıyor, tedirgin olmana gerek yok. Ben sana Bozcaada'da gördüğüm şeyden bahsediyorum. Biz seninle aynı afişlerde aynı şeyi görmüyoruz muhtemelen, aynı şarkılarda aynı şeyi duymuyoruz. İnsanız çünkü "duyu"lara güvenmekle hakikatten kaçıyoruz. Ben sana bugün Bozcaada'dan bahsederken sadece "bozdur vesselam" desem n'olur ki? "Peki senin için nedir?" diye sorman icap etmez mi?

"Peki senin için nedir?"
"Peki senin için nedir?"

Benim için bu hayat, derin düşünmeyi gerektiren bir ilk adım olma ihtimaline bel bağladığım huzursuz bir rûyadır sevgili okurum. Ve ne kötüdür ki, bugün ben, hâlâ yüzme bilmiyorum!

Temmuz 06, 2011

Adının "Dalgınlık" Olmadığını Tahmin Ettiğim Dalgınlığım

1. Kısım: Nasıl Bir Hareket İçindeyim Ben Acaba?

Sevgili okur, aylaklık içinde rahatça kaybolabilirim ben. Saatlerce konuşabilir, gülebilir, uzaklara bakabilir, uyuyabilir, esneyebilir, ağlayabilirim. Ve fakat düşünmemi gerektirecek bir şey oldu mu, ister zorunlu olsun ister keyfi, içinde uzun zaman kalamıyorum. Zorunluluk arz ediyorsa giremiyorum bile. Bunun nedeni, niçini, nasılı artık benim en büyük bilmecem oldu beraberce.

Belki de, diyorum hep, hiperaktif bir çocuktum da hiç farkedilmedi. Ama böyle bir şey mümkün mü, onu da bilemiyorum. Zira sessiz sakin bir çocuktum ben. Bütün yaptığı bir köşede düşünmek yahut kendi kendine konuşmak olan bir kız. Bebeklerime elbise dikerdim, evcilik oynardım onlarla. Bu evcilik oyunları, bebeğin kıyafetini, evini ve yemeğini hazırlayınca biterdi. "Yaşam"a gelince tıkanırdı. (Bilinçdışımda bunun kuzu kuzu yatmasından olmalı ki Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" romanında anlattığı "yaşayamama" / "yaşamayı becerememe" durumu beni her zaman derinlere daldırmıştır. Çok üzmüştür çok. Var olsun Oğuz Atay.) Evet, sessiz sakin bir çocuktum. Bana hiperaktif miydim acaba, dedirten şey odaklanma sıkıntım. "Ders çalışmak" denen şeyin ne olduğunu lisede hâlâ tam olarak bilmiyordum. Arkadaşlarıma soruyordum ama beni ciddiye almıyorlardı; almazlardı, çünkü notlarım ortalamaydı. Hiç çalışmayan alamazdı onlara göre. Ne bileyim dinleyince kalıyordu kafamda demek ki. Esas bahsettiğim şey şu ama: "Ders çalışmak" nasıl yapılırdı Allahım! Bilmiyordum. Acaba bir kâğıda hocanın anlattıklarını yeniden mi yazıyorlardı. Yahut defterdekileri okuyorlar mıydı. Bu mesela, bana kopya gibi geliyordu. Hiçbir çaba yok, oku oku ezberle. Yok ya, diyordum, herhalde sadece okuyor olamazlar! Bir süre sonra "Bari öyle yapayım" demeye başladım. Başka yolunu bilmediğime göre, okuyayım. Ki, ilkokuldan beri ansiklopedilerin başında saatler geçiriyordum; genellikle bir maddeye dalıp giderek ama. Bir saatte tek bir madde. Sonra gidip babama bir şey soruyordum. Bir arkadaşımın oyun oynarken yaptığı bir şey yahut yazın köyde teyzemlerin evinde kuzenimin söylediği bir şey filan aklıma geliyordu. Rüyamda gördüğüm bir şey. Bakkalda duyduğum bir şey. Kaydıkça kayıyordum içeriye doğru. Bu duyguyu çok iyi hatırlıyorum. Mesela tuvaletim geliyordu, son anda yetişiyordum genellikle. Hissettiğimde, dalgınlığımın içinden çıkıp tuvalete gitmek hiç kolay değildi. Tam şöyle işte.



Bir de bu dalıp gitmek bana zamanla bazı şeyler de sağlamaya başladı. Ne bileyim aklıma bir sürü soru takılıyordu. Bir yerde sonradan tesadüfen ona cevap olacak bir şeyler duyarsam da kafamda bir mesele hallolmuş oluyordu. Basit şeyler ama tabii. "Yalan söylemek kötüdür değil mi?" gibi şeyler.

Bu durum belki de "yaşam"dan koparıyordu beni gerçekten. Bebekle evcilik nasıl tıkanıyorsa bu dalgınlıklar yüzünden de pek çok şey tıkanıyordu. Bana sesleniyorlardı evde. Abim, babam, annem. Bir ses duyuyordum ama ne dendiğini anlamıyordum. Bu ilk seferde olanaksızdı. Ben de genelde "Anlamadım" demeye çekinirdim, "Salak mısın?" derlerse diye. Duymamış gibi yapardım. Abim birkaç defa iyi haşlamıştı. Babam doktora götürdü, "Bu çocuk ağır işitiyor" diye. Test yaptı doktor, bi alet koydu kulağımın içine doğru küçük bir boru gibi, "Söylediklerimi tekrarla" dedi. "32" dediğini hatırlıyorum ilk önce. Söylediği her şeyi tekrarladım. "Bu çocuk ağır işitmiyor, normal bu çocuğun kulağı" dedi, yolladı bizi. Çok korktum babam bana kızacak diye. Hemen üste çıkmaya çalıştım: "Ama ben uzaktan söylenince duyamıyorum. Kulağımın dibinde söylerse duyarım tabii" dedim. Babam ikna oldu. Ben de yavaş yavaş "Efendim?" demeye alıştım. Öyle kapandı. Dalgınlığım geçmedi ama.

2. Kısım: "Yaşamak" Dediğin Nasıl Bir Şeydir?

Bu evcilik oyunlarında "yaşam"a geçmeden tıkanmanın / yorulmanın belki de bugün doktora tezim için okumalara hâlâ başlayamamış olmamla bir ilgisi vardır diye düşünüyorum. Yahut resmi dairede hallolacak bir işi aylarca ertelemek: Misal, TC kimlik numaralı nüfus cüzdanımı almamın 3 yıl sürmüş olması!

Belki de içinde hakikaten kaymakta olduğum bir kuyu var ve bu düşme hareketini engelleyen şeyler bunlar. "Dur!" diyorlar; ben de duramıyorum. Olamaz mı, olabilir. (Yaşasın Ortaçgil, pek seviyorum bu lafı!)

Bence Oğuz Atay'ın söz ettiği yaşayamama durumu tüm bu çocukluk macerasının bugünkü tezahürü. Selim Işık'ın doktora gidemeyişi vardı mesela. Ben de bu doktor hikâyesini hiç sevmem, ondan olabildiğince kaçarım. Arkadaşı Esat'ın evine gidip sokağında dolaşıp dolaşıp bir türlü kapıyı çalmaya cesaret edememesi vardı. Sorulara dalıp gidiyor: "Acaba beni istemezler mi?", "Benden sıkıldılar mı?", "görmek isteseler çağırmazlar mıydı" gibi. Alıntı değil bunlar, hatırladıklarımdan uydurdum ama bu minvalde şeyler işte. Böyle çocukça kaygılar. "Çocukça", heh. Bu etiketi yapıştırınca biter ya her şey. Bence bitmez sevgili okurum, daha yeni başlar!

Ben ciddi ciddi yaşamayı beceremediğimi düşünüyorum bazen. Evet, iyi kötü sosyal ortamlarda durumu idare ediyorum. Haftada 18 saat ders anlatıyorum. Öğrencilerimle, iş arkadaşlarımla iletişimim var. Ama basit şeylerde takılıyorum. Bu yaşım itibariyle pek çoğunu cehennem azaplarıyla aştığım basit şeyler. Misal, artık hesabı rahatça isteyebiliyorum, bir restoranda lavabo nerede diye sorabiliyorum, bir şapşallık yapınca dalgasını geçiyorum. Ama çözülmemiş noktalar da var. Mesela, "Rimel şöyle sürülür" diyorlar bana. "Bu eteğin üzerine bu bluz olmamış". Çok acayip işte bu, bana olmuş gibi geliyor! Had, bu göreceli bir şeydir, atlayalım. Ama mutfak bezinde en iyi marka, ideal ayakkabı çekeceği uzunluğu, bir çalışma masasının şeklinin nasıl olması gerektiği, saç maşasının ideal malzemesi, gelinlikte hangi kumaş kullanılmaz, tirbüşon yoksa şarap nasıl açılır, çok su içmek neden faydalıdır, İstanbul'da en güzel sahil hangisidir vs. Bu insanlar bu kadar şeyi nereden öğrenmiş, diyorum kendime.

Sevgili okurum, bu kadar şeyi nereden öğrendin. Yahut, tersten, herkesin iyi bildiği bu çok "normal" şeyleri ben neden öğrenemedim? Neden benim ince çorabım hemen kaçıyor? Neden su makinasından su aldığım on seferden en az üçünde döküyorum? Neden tanıdğım hemen herkesin bildiği meşhur şarkıları ben bilmiyorum? Bunlar anlatılırken ben dalıp gitmiş miydim, yoksa bunların anlatıldığı bir yerlerde hiç mi bulunmadım? Derslerimi hiçbir zaman iyi çalışmadığım için mi bunlardan haberdar olamadım? Ama derslerde yoktu bunlar, iyi biliyorum. Duyduğumu pek unutamazdım. Sevgili okur, ben acaba bazen, bir yerlere mi gidiyordum? Hani vardı ya, "Allah akıl dağıtırken sen neredeydin?". Neredeydim sevgili okurum, Allah akıl dağıtırken ben neredeydim?

3. Kısım: Bugüne Gelecek Olursak

Tüm bu anlattıklarım bugünlerde kafamda dönüp duruyor. Dün canım arkadaşım Funda ile Süreyya Plajı'na gittik; sahilde oturuyorduk. Funda güzel güzel şarkılar mırıldanmaya başladı. Ben daldım gene. Ankara'ya gittim. Önümüzdeki yaza gittim. Annemin yüzünü gördüm. Nihayet, doktora tezim için "okuma yapmaya" ("okumak"tan daha havalı diye böyle diyorlar sanırım akademide!)devam etmiyordum. Başlamıştım, 30 sayfa okumuştum. Ama tez hocamla bir aydır hiç haberleşmedim. Telefona gitmeyen elimi düşündüm. başıma gelmeyen aklımı düşündüm. Benim için çabalayan insanları düşündüm. Her şapşallığımda bana kolaylık gösteren, yere düşen defterimi alıp bana geri verenleri düşündüm. Suyu döktüğümde şefkatle gülümseyenleri, "Olur canım böyle şeyler" diyenleri. Ve çok üzüldüm sevgili okur. "Olur canım böyle şeyler" diyenler, sadece su döktüm sanıyorlardı. Sadece su dökmedim. Bi' sürü şey yaptım yahut esas ifadesiyle bir sürü şeyi yapamadım. Doktorayı bırakmak mı lazım acaba. Yahut ölmek mi lazım. Hemen evlenip çocuk mu yapmak lazım. Düşünmemek mi? Ama onu yapamam ki.

Funda, şarkı söylüyor. Bak, dalmak böyle oluyor işte. Nasıl bi' koca paragraf hiç lafı geçmedi, ben de birkaç saniye duymadım onu. Bir ses geldi ama anlamadım. Tanıdık bir melodi ama kafamı toplayamadım. Hepi topu 3 saniyeden bahsediyorum.

Sevgili okur, ne yapacağımı bilmiyorum. Kendimi birini öldürmüş gibi hissediyorum. Çok büyük bir uyuşturucu kaçakçılığı işine karışmış gibi. Bilmiyorum, neden.

Temmuz 02, 2011

Dumanlı Kafa

Merhaba sevgili okurum,

Sana iki şişe bira sonrasından bildiriyorum. Güzelin güzellikten çıktığı, erdemin bir köşeye saklandığı bir zayıflık ânıdır bu. Kötü değildir ama, güzeldir güzel.

Az evvel telefonda, senelerdir arkadaşım olan sevgili Funda ile konuştum. Oradan buradan. Acıdan, sevinçten, geçmişten ve dahi gelecekten. Kaygılardan, umutlardan. İnsanlardan, sokaklardan. Somut olarak sokaklardan değil de, dünyadan işte, öyle bir şey.

Başım dönmekte çooook hafif bir şekilde. Ve an itibariyle en büyük merakım en son göreceğim yaşım. 50 midir acaba, 67 midir, 81 yahut 32 midir? Bilmiyorum. Bilmiyoruz. Ama bütün olan biteni sanki bunu biliyormuşuz gibi kurguluyoruz. Sonsuz bir hayat var sanki. "Ey sonsuz hayat, gel ve beni bul!" diyoruz.

Uyku kapıma dayandı. Uyku, ara sıra dayanmaz mı kapımıza? Babam, "uykucular geldi mi?" derdi. Uykucular şimdi geldi.

Sabah Burgazada'ya gideceğim. Güzel bir gün olmasını diliyorum. Ama önce uyku, güzel bir uyku. Uykuya kendini bırakmayı, denize bakan ayaklarıma benzetiyorum. Şuradaki gibi:


Not: Bunlar okunuyor diye çok seviniyorum ben.

Haziran 30, 2011

2007 Yazında Çanakkale'de Pek Üzülmüş Bir Kıza Dair


Ey sevgili okur! Bu fotoğrafı çektiğimde yıl 2007 idi. Tam 4 yıl evvel. Bir vesile ile Çanakkale'nin Güzelyalı ilçesine gidip bir hafta kalmış idim. O zaman ben gene çocuktum bir şey değişmedi. Ama ben, sevgili okurum, o zaman ümitsizdim. Bugün sahip olduğum pek çok şey hakkında ümitsizdim.

Mesela, büyük hayal İstanbul'da yaşamak konusunda. Bitmeyen işler yüzünden - ama tabii, ben öyle olsun istemezdim- asla olmayacak gibi bir şeydi o. İstanbul uzaktı, babam katıydı, ben güçsüzdüm.

Mesela, yalnız ölecektim. Bu, apaçıktı. Çünkü en samimi arkadaşımla bile bir yere kadardı. Bir yerde ayrılıyordu sözlerimiz, düşüncelerimiz, bakışlarımız, ihtiyaçlarımız. Ve öyle görünüyordu ki, aksini beklemek aptalcaydı. ben, görünen oydu ki, yapayalnız ölecektim.

Bütün yapmam gereken bir şans eseri elime geçen bu "birilerinin yanında misafir olma" şansını değerlendirmekti. Sabahları herkes uyurken denize bakmalarımı, ilk defa dizime kadar suya girdiğimde paramparça kalbimin nasıl ağzıma gelip dayandığını unutamam. Hayatımda ilk defa gördüğüm Çanakkale, yolculuğuma eşlik eden, kaldığım eve temizliğe gelen ablanın naifliğini de unutamam. Çanakkale pazarından aldığım mor elbiseyi atmam çok zor sevgili okur. Bir mor elbise, sadece mor elbise nasıl olsun bu şartlarda.

Bunları neden yazıyorum biliyor musun sevgili okurum? Bu dünyada ölüm olduğu halde gömülüp gittiğimiz saçma yoksunluklar ve verdikleri mutsuzluk. "Pozitif" filan demeyeceğim meraklanma. Ama, geçmişe dönüp daha sık bakmalı belki. Büyük aşamalar kaydetmemişsek bile, "ölürüz" sandığımız anlardan sonra ölmediğimizi görebiliriz. Bu hiçççç az bi' şey değildir ya-hu!

Bugün 30 Haziran 2011. İstanbul'da yalnız yaşamamın 3. yılındayım. Milyonlarca huzursuzluğum var. Ama 2007 yılında, bir Güzelyalı sabahında o kıza gidip bunu söyleseydim, sevincinden öyle bir ağlayacaktı ki, gören dünya kurtuldu sanacaktı. O zaman bir yolunu bulup sakinleşmek lazım!

Bugün 30 Haziran 2011. hayatımda ilk defa zihnimin bütün kıvrımlarını açıp önüne koyabildiğim birini tanıyorum 1 yıldır. İmkanına inanmaktan özenle kaçındığım bir ilişki / iletişimi bana hediye eden, üstüne bir de beni seven bu adam, muhtemelen ömrüm boyunca yanımda olacak. Çok acayip şeyler yaşayacağız beraber. İyi ve kötü. Annem ölecek mesela, ben ondan çocukları oyalamasını isteyeceğim, ben pek iyi olmayacağım çünkü. Yahut emekli olduğum gün kafam karmakarışıkken "İşte" diyecek, "Büyüdün artık".

Gözlerimde birkaç damla yaş sevgili okur. Her neye üzüyorsan, lütfen üzme kendini.

Kaderin cilvesi: Bozcaada'ya gideceğiz bir haftasonu. Çanakkale. O kızın izlerini görürsem bi' donup kalacağım. Ama sanıyorum mutlu da olacağım. Çok mutlu.

Haziran 28, 2011

Konfeti



Sadece benim kafamın içinde mi patlıyor bunlar sevgili okur? Öyle zannediyorum ki bu sorumun yanıtı "Evet" olamaz. Ama hepimizin kafasında patlayanlar başka renklerde, şekillerde filan olabilir. Misal, güllü konfeti diye bir şey oluyormuş; yeni işittim arkadaşımdan.

Benim kafacağızımda patlayanlar genellikle sorular yağdırıyorlar zihnime. Kimi zaman tedirgin eden, kimi zaman rahatlatan acayip acayip sorular. Bugünküleri burada da "patlatasım" geldi. Herhangi birine yanıtı olan beri gelsin rica ederim!

1. Hak etmek ne demektir? Bir şeyi hak etmek için ne yapmak lazım? El kol işlemeli mi, kalori yakılmalı mı? Yoksa o "niyet" denen sihir taa buralara kadar bulaşır mı? Sadece niyeti temiz diye insan bir şeyi hak eder mi?

2. Bu gördüklerimi sadece ben görüyor olabilir miyim? Eğer sadece ben görüyorsam feci. Tersi de feci. Görüyorlar da neden böyleler?

3. Neden beni kandırmak bu kadar kolay?

4. Vicdan hainlik yapar mı?! Yapabiliyorsa eyvah! Dev sıçtım!

5. Ya yapabildiğimi sandığım şeyleri aslında yapamıyorsam, çekiniyorlarsa bana söylemeye?

6. İnsan hayatında, "hepsi geçti" dediği bir evre / aşama var mıdır gerçekten?

7. Para neden önemli? İhtiyaç mihtiyaç olması değil, bırakalım bu ayakları. İhtiyacın bittiği sınırdan başlayan para, neden gerekli, neden önemli?

8. "Kaba insan" diye bir şey neden var? Anadolu ağzıyla konuşmayı kastetmiyorum, hesabı kadına ödetmeyi kastetmiyorum; bayaaaaaaa uzakta bir şeyi kastediyorum: "duyarlık eksikliği"ni. Neden var ya kaba insan? "İnsan" kavramının özüyle karşıtlık arz eden bir şey değil midir bu ya?

9. Herkeste oluyor mudur şu: Biriyle konuşurken kafadan çok alakasız milyonlarca şeyin akması ve bunun iğrenç bir "ben kötüyüm lan" hissi yaratması? Peki kötü müyüm ben?

10. Bir zamanlar sohbetlerimiz sırasında "Sıkıldın mı?" deyip durmamdan şikayetçi insanlar vardı, samimiyetlerine inanmadığımı öne sürerek "Aşk olsun" deyip dururlardı. Şimdi yanında rahat olduğum biri var diye nasıl bir anlam ifade etmeliler bana? Yani gerçekten sıkıldıkları halde geçiştirmekteler miydi sorumu? Sıkılmayan adam zaten bende o hissi yaratmaz mı?

11. Yalan iyi bir şey mi kötü bir şey mi? Çok samimi soruyorum.

12. Dünyadaki her şeyin gerçekten bu kadar çok yüzü / görüntüsü / anlamı / sırrı var mı? Yoksa takılmayayım ben buna bu kadar ya.

13."Bir yaratıcıya inanmıyorum" diyorlar ya hani. Gerçekten inanmıyorlar mı acaba? Kafamda bir türlü canlandıramıyorum ben bunu.

14. Ahmakça kendisini bir akışa kaptıran, düşünmeyen tipler için kullanılagelen "koyun" metaforu sandığımız kadar isabetli mi? Bilmem, bi' şüphe düştü içime.

On dört. Yeter bu.

Ybsg

Kendimi uyutmak istiyorum. Kucağıma alıp okşamak biraz. Kendi şefkatimden kediye dönmek istiyorum. Çok mu zor bu söylediğim sevgili okur?

35 dakika önce yeni bir gün başladı. Kafamda bir intikam düşüncesi dönüp duruyor. Benim kafam böyledir biraz, tilkiler dolandırmayı pek sever içinde niyeyse. Ha, ben intikam alabilecek biri değilim. Ama bunu bana düşündürebilmiş insanı da belki kutlamak lazım. Plaket, flama, madalyon, bi'şey! Zira, baya baya içimden bi'şey yapmak geldi. Şöyle düşünüyorum: Beni kırma hakkını kendinde gören herkesle "görüşmeme" hakkım vardır. Bu şartlarda kimse arkamda sıçıp sıvamasın! Sussun ya! Sussun istiyorum. Sus kardeşim! Yedin bi' bok, edebinle defol git. Ha bak, bu kadar da sinirliyim gece gece.Halbuki yeni bir gün başladı bundan 42 dakika önce.

Epey zamandır bu konu kafamda dönmekte ve ben bloguma bu saçmalıkları yazmamakta direnmekteyim. Bu akşam dayanamadım. Düşündüm düşündüm. Neyse öyle işte.

Ama güzel olan nedir bilir misin sevgili okur? Ben hayatta kimseye kötü bir söz etmemmişimdir. Böyledir yani.

Haziran 22, 2011

Birdenbire Bir Saptama!

"Hüzün" ve "acı" kavramlarına önem atfeden insanların hayata bakışlarını "ergen depresyonu" diye aşağı gören kişilerin hayattaki tek başarıları ergenliği atlatabilmiş olmak olmalı.

Kadıköy'de Bir Serencâm


Dün akşam iki saat kadar Kadıköy'de yürüdüm. Oradan oraya, saçma şarkılar dinleyerek yürüdüm. Yorulmak iyi geliyor. Saat onu bulduğunda oturup bir yerde kahve içmek, bir şeyler karalamak istedim. Ara sıra öyle esiyor, deliriveriyorum birden.

Nereye gideceğimi bulduktan sonra çantamda defter, kâğıt namına ne var diye bir bakındım ve hiçbir şey bulamadım. Püff. Genellikle bunu yapmamaya çalışırım ama yoktu işte! Açık bir yer bulayım diye biraz bakındım. Kâğıt yahu! Bir tane kâğıt. Ama hiçbir yer bulamadım.

Dükkânını kapatmak için toplanmakta olan bir sahaf görünce bi' selam verdim ve hemen sordum: "Sizde defter yahut kâğıt filan bulunur mu?". Beklediğim cevap geldi: "Yok maalesef". Suratımın düştüğünü görünce de sordu: "Açık bir yer bulamazsınız şimdi. Nasıl bi' kâğıt lazım?". A-haa!

-DUR!-

Bu ânı seviyorum işte ey sevgili okurum! Hiçbir mecburiyeti yokken zamanını / gücünü, ne bileyim herhangi bir şeyini birisine veren insan beni yaşamaya davet ediyor. Her şeye rağmen yaşamaya! Başıma güzel bir şey geldi, diyorum. Başıma güzel bir şey geldi benim!

-DEVAM-

Sonradan sayınca öğrendiğim üzre 7 adet beyaz A-4 kâğıdı verdi bana sahaf. Ben de elim ayağım dolanmış şekilde nasıl becereceğimi kara kara düşünmekle beraber cüzdanıma uzandım. "Umm, kaç tane?" dedim. Gûya hesap edeceğim fiyatını. Hâlbuki ne saçma! Tanesini kaçtan hesap ediyorum? Ben bilmiyorum, adam da onu satmıyor zaten normalde. Püğ sana kızım. Neyse, zaten melek sahaf mahcup bir gülümsemeyle "Saymadım" deyince olduğum yere çakıldım. "Znnk!" diye bir ses kafanın içinden.

-DUR!-

Sen neden mahcup oluyorsun kardeşim yaa! Esas ben mahcubum!

-DEVAM-

Teşekkür edip çıktıktan sonra kahvemi içmeye gittim. Yazdığım bir sayfalık karalama, bu olay hakkında oldu. Şimdi mesele şu: Gerçekte yazacak bir şeyim yok muydu yani? Yahut yazma arzusu macerasını yanında mı taşır her zaman? Bilmem.

Haziran 20, 2011

Elektrikler Kesik Öğretmenim!


Yol arkadaşım kendime geleyim diye bana ödev vermişti. Aslında kısmen yaptım ama konum bu değil. İlk cümleyi bir daha okusan anlayacağın üzre sevgili okur kendimde değilim. Ferah adında bir kız içimde bir oraya bir buraya dolaşmakta. Hatta belki daha fazlası. Demin facebookta bir arkadaşımın duvarında hayıflandım kendime. Büssürü çocuk içimde dolanıyor filan dedim. Ucuz bir şey mi böylesi? Yalpalayacak yol, kafayı toslayacak duvar aramak? Bulunca sevinmek?

Bak, birdenbire canımın istedikleri:

1. Ayçekirdeği çitlemek. Çiçeğinden ama. "Kafa" derler bizim köyde ona.
2. Hamurla uğraşmak.
3. Güneş görmek. (Ama yazık ki daha saatler var)
4. Doğduğum evi görmek.
5. Gözlerimi kapamak, açtığımda kendimi bir TSM korosunun solisti olarak bulmak. Şef başlamam için işaret veriyor, konseri aksatıyorum yahu. Nereye dalıp gitmişim / gelmişim böyle. Gerçeğim bu değil. Gerçeğim koro. 3-2-1. "Biir ilk bahaaaar sabaaaaaaaahığ / Güneşle uyandın mı hiiiiiiiğç / Çılgın gibiğ koşaaaaaağraaaaak / Kırlara uzandın mı hiiiiiiğç".
6. Denize bakmak.
7. Sevgilime belki de gülünç bulacağı gelecek tasavvurumu ve hayallerimi anlatmak. Uykusunu kaçırmak. Sonra ortalıkta hoplayıp zıplamak.
8. Sessizce, uzun uzun aynaya bakmak. Ki bu, hayatta beni en çok sakinleştiren şeylerden olmuştur hep.
9. Gözlerimi kapamak, açtığımda kendimi Roma'da bulmak. Kafamı bi' çevirmek ki, hooğ! İşte sevgili. "Geldik mi..." deyip ağlamaya başlamak. Bütün zehrimi, ağırlığımı Âşıklar Çeşmesi midir ne zıkkımdır ona boşaltmak. Daha katlanılır bir sevgili olarak yurda dönmek.
10. Bunları yazdım diye ödevimi yaptığımı iddia etmek. Seven insan yer arkadaşım!

"Ben Ölmeden Önce" Vardı Ya Hani


Sevgili okur, ne Fatih Erdemci'yi nasıl bilirsin? Muhtemelen benim gibi senin için de o sadece "Ben Ölmeden Önce"deki esrarlı ses olarak kalmıştır. Bu kötü bir şey midir? Öyle sanıyorum ki değildir, olmamalı.

"Ben ölmeden önce" gibi bir lafın şarkı adı olduğunu gördüğümde bi' afallamıştım ben. Dinlediğimde, klibi izlediğimde ayrıca afallamıştım. Aradan geçen on küsür sene bozmadı bunu. Çok üzerine gitmediğim eski bir heves, bir kaçış planı gibi. Bu şarkıyı açıp dinlemek iyi bir şeydir. Dene istersen.

"Ama yine de..."

Orada çok şey düğümlü. "Öldüm" demekle olmuyor ey sevgili okur! Dönüp dolaşıyorsun, bir şey seni çağırıyor yaşamaya. Aklın ereceği şey değil sanki pek.

Şey var bi' de: İntihar etmeyi becerememiş kimsenin "ölmek istiyor olabileceğine" inanacak kertede saygı duyulmaz acısına. Ergendir o, depresyondadır. Büyütmektedir, abartmaktadır. Elindekinin farkında değildir. Kaşınmaktadır. Ama hayat güzeldir falan. Oysa sevgili okur, insanın eremediği bir mesafedir bu "ben" denen mesafe. Dikkat ederseniz kimse pek kendisiyle meşgul değildir. Etraf, başkaları, o kadir bilmez "onlar" hep bütün suçu üstüne alır. Ama hayır. I-ım.

Ne bileyim işte. Böyle karman çorman bi' şeydir bu da.

Ama şarkı hakikaten tatlı bi' şarkıdır ha!

Bu Haftanın Sonu

Çocukluğumdan bana hatıra, hayattaki en yakınlarımdan bir kuzuyu ve iki kardeşini az evvel yolcu ettim. Ankara'ya dönmek için bir otobüse bindiler; istiyorlar ki hareket etsin saatinde. İstiyorlar ki düzen devam etsin edebildiğince. Uykum kaçtı. Kafam bulandı. Bir gülümseme, bu hafta sonunun hatırası oldu, dudaklarımda kaldı.

Bol bol yürüdüğümüz bu iki günde, iki kuzu ilk defa İstanbul'u gördü. Ben ilk defa Yıldız Parkı'nda bulundum. Hayran hayran bir şeye / insana / yere bakmak gibisi var mı. Yok. Çok eminim sevgili okurum, yok. İstanbul, sana her gün daha fazla hayran oluyorum.

Evet, konu esasen bu. İstanbul'un kafamda aldığı şekiller. Gözüme göründüğü kılıklar, büründüğü yüzler. Verdiği sözler. Hatırlattığı iyilikler. Hafızamı bir hâle yola koyan bu şehirde, kendimle barışmaya hiç olmadığım kadar yakınım. "Kendimle barışma" dediğim şey o klasik "özgüven" geyiğiyle hiç ilgili değil. Tamam, bazen seversin kendini, bazen uyuz olursun. Kastettiğim bu gerginlikten başka bir şey. Kastettiğim kendinle küs olmak, arayı bozmuş olmak, bir süredir görüşmüyor olmak. Aradığını görüp geri aramamak. Fotoğraflarını ortadan kaldırmak. Kendi ile arasında böyle bir kopukluk olan insan bilir ki, kötü bir şeydir bu. Ama geçmesi de yarabbi, belki dünyadaki en güzel şey! Belki de benim gibi bazı çocuklara da eşeği öce kaybettirilmiştir. Olamaz mı, olabilir. =)

Bu hafta sonu beni uzaktan görenler yürür sandılar. Kahkahalar atar, eğlenir, pek bir şeyi düşünmez sandılar. Düşümez olur muyum sevgili okurum! Hiç düşünmemeyi becerebilir miyim, ı-ım.

Saat 02.06 oldu. Uykum yok gibi. Kafamın içinde bir sürü şey gene. Zarar yok, mutluyum.

Haziran 17, 2011

Dünya Gözüyle MFÖ


25 Haziran 2011 Cumartesi günü, ekşi sözlükte çaylak olarak geçirdiğim 2 yılın adetâ bir ödülü olarak, Mazhar-Fuat-Özkan'ı "göreceğim". Bu gözlerle evet, şu anda ellerime bakmakta olan gözlerle. Ve dahi yanımda yol arkadaşımla. İlk defa bağıra bağıra şarkı söyleyeceğim, o mühim ağacın pek kıymetli ağırbaşlı dalıyla. Birlikte dalacağımız gözü açık uykunun muhtemel durakları da şurada:

Ele güne karşıııı yapayalnııııız.
Maaaaaaazeretim vaaaaar.
Bu sabaaaaaaaah yaaaaağmur vaaaaaaaar İstanbul'da.
Korkunçtur yalnızlığımııız bir oyun oynanır oyalanırııız.
Kaaaaaafiye olsun diye deeeğil.
Aliii-iii-iii Ali Desidero.
Erken kalkmak meeeecburen.
Biiir şarkı var aklımdaaaaaa söylemesi ayıp.
Leyladan geçmeee faaaaslındayım.
Biraz uykuuuuuuuuuğ bütün isteğim buydu.
Koşarak koşarak geeeeel banaaaağ geeeeel.
Birden sen gelseeeeeen aklımaaaaaaaağ.
Ana. Yalnızlar garındayım.

Ofisimin üst katında hangi gerizekâlının masasında darbuka çalmakta olduğu sorusu bile asgari önem arz etmekte an itibariyle. Çünkü aklım beni götürdü uzaklara. Gelecek olan zamana.

Bütün soruların canı cehenneme! Teşekkürler sözlük.

Haziran 10, 2011

İç Ses Bu Hafta Kuşun Konuğu


1
Kuş Ses: Bugün hava çok güzel, neden Bostancı sahiline gitmiyorsun? Yol arkadaşına azıcık "gaz" ver. Hemen coşar o zaten. Biliyorsun, öyle birisi.
İç Ses: Hakkaten ha. Du' ariyim bi'!

2
Kuş Ses: Bazen neye canım sıkılıyor biliyo musun: İnsanlar çok çıkarcı.
İç Ses: Günaydın. Mal kuş.

3

Kuş Ses:
Yaz da amma geç geldi bu sene ha. Yine de iyiyim ben ama. Keyfim yerinde Allahaşükür.
İç Ses: Hehe, ben de aynen tekrarlayabilirim bunları.

4
Kuş Ses: Can yanlış anlıyor. Yahut anlamıyor. "Henüz" demeli belki de. Ama hep seni sevdiğinden. İyi bir çocuk o.
İç Ses: Beni sevdiğinden emin olmak pek zor. Çok kızgın üstelik. Ama ben onu çok sevdiğimden kesin eminim.


5
Kuş Ses:
Bence "hayal" seviyor diye de herkese güvenmemek lazım. "Yalan" hayale yakın bir şey sonuçta.
İç Ses: Eh, onu anladık artık canım!


6
Kuş Ses:Madem bu kadar canın sıkılıyor ofiste, bi' kahve yap. Baudelaire oku!
İç Ses: Ama kafam almıycakmış gibi geliyor böyle. Garip, ne bileyim.
Kuş Ses: Kafana sıçaydım hemi.

7
Kuş Ses: Anneyi de gönderdin. Al sana özgür ve yalnız hayat. Salak.
İç Ses: Ama böyle hakaret filan. Ayıp oluyor. Masum görünüşlü kâtil misin sen?
Kuş Ses: Sana laf edince kâtil mi olduk? Demin insanlar şöyle böyle diyince nasıl hoşuna gitmişti hemen. Bi' farkın yok herkesten. Ama kötü kız da sayılmazsın.
İç Ses: Sağ ol.
Kuş Ses: Yoo, düşündüğüm için söyledim.

8
Kuş Ses: Bakarsın umduğundan iyi geçer yaz.
İç Ses: Hadi inşallah.

9
Kuş Ses: Ben bir baykuş yavrusuyum.
İç Ses: Di' mi yaağ. Tipe bak! Yerim lan.

Haziran 08, 2011

Kırmızı Oda Ne Güzelsin!


"Twin Peaks" izleyerek her şeyi unutasım var. Kafamızın içindeki karman çorman dünyanın temsili kırmızı oda, hakkında yazacağım.

Bu hafta sonunun gelmesi lazım. Zamanın durması, "Twin Peaks"in esrarla, çığlıklarla, cinayetlerle ve düşlerde gezen korkunç cücelerle gözlerimin önünden geçmesi lazım. O zaman yakasından tutacağım bir daha düşüncenin.

Günlerin Günlerin Ardında

"Göyaşlarımızı bitti mi sandın" ne güzel bir şarkıdır. Adı, tek başına, düşüncelere daldırır. Kafiye olsun diye değil.

Haziran 07, 2011

Ah Melange, Ne Yaptın Böyle Bana


Wiener Melange mıdır nedir. Güzel kahve vesselam. Tchibo'da en sevdiklerimden biri. Diğeri de Africa Intense. Neden bunlardan bahsediyorum: çünkü kahvem bitti!

Resmen bir kaşık kadar kaldı. Yarın Kadıköy'e inmek gözde büyür. Büyümesin de ne yapsın. Annemler cuma günü evlerine dönecekler. Son iki günlerinde nasıl iş çıkışı Kadıköy "gezmesi" olsun? Sen ne yaparsan yap, "gezmedir" o nihayet.

Esasen bunları kendimle alay içün yazmaktayım ey sevgili okurum. Zira bugün, ne zamandan beri içimi sıkan bir mesele halloldu sayılır. Bi' gıdımı kaldı. Bi'şey olmaz. Bu hafta sonunu iple çekiyorum. Zira sevgili yol arkadaşımla ardarda 4 saat geçirebilmeyi özledim! Bütün bir gün! Bütün bir hafta sonu!

Kahvem bitti. Ah! Allah'ım sen herkse böyle dert ver. O bir kaşık orada dururken, ben kendime güleceğim. Herkes böyle kendine gülse ya arada.

Ulan bi' güzel hissettim ki.

Haziran 06, 2011

Wonderland'e Alternatif Bir Yaşam Alanı: "Dünyanın Orta Yeri"


Toprağıma diktiğim çiçeğin yanlış olduğunun ayırdına vardığım şu zamanda, hayatım boyunca zaten hiç geçmemiş tedirginliğimin önünde küçük küçük pırıltılar peyda oldu. Elimdeki su belli, içimdeki toprak belli. Neden? Neden bunca zaman bu kadar yanlış heveslerle herc ü merc. Cevabın yok ey soru, çekil yolumdan!

Evet işte, insanın sadece toprağı ve suyu olduğunu bilmesi yetmiyor. Hangi toprak kardeşim bu? Suyun "kekre" mi biraz, "tuzlu" mu? Olur ya önceki hayatında -inanıyorsan bir "önceki hayat"a- bir okyanusta damlalık işindeydin belki. Ve'l hâsıl-ı kelam, benim gideceğim iller "oralar" değilmiş sevgili okurum. Bir hafiflemeyle, bir rahatlamayla, bir sükutla ve biraz korkuyla karşılıyorum bu yeni bilgiyi. Ey sen, sessiz bilge, sessizliğin bilgesi. Yine kestirdin en doğru zamanı, yine sevdirdin kendini, saydırdın bana. Yine sırtımı sıvazladın, "Yeni yol burası, aç bakayım gözünü" dedin. Birkaç defa yapmıştın bunu ama bu sefer çok emin olduğum yerden tuttun! Çok canımı okşayan şeylerin adını sildin. hafızamla her oynayışında, geçmiş suları her dalgalanışında kafamda, bir şeyler "anlıyorum". Bu seferki sanki daha "zamanında", daha "kurtarıcı". Kafamın içinde pembe değilse de aydınlık bulutlar. Artık içimde bana şefkat gösteren bir ses var. Öğüdünü bir gerçek insandan almış bu ses, bana işte, anlamam gerekeni anlatan senden sonra ikinci şey oldu bir yandan:

Hayal gerçeğin düşmanı değil!

Demirhan Baylan şarkısı şöyle demişti: "Gerçekler / Hayallere karşı çıkamazlar / Gerçekler / Bir gün yok olacaklar". Beni pek heyecanlandıran bu dizeler şimdi sanki yavan biraz. Benim anahtar kelimem, ı ıh, "hayal" değilmiş. "Mucize" imiş bilge ses! Sessizliğin bilgesinin kafamda uğğğ uğğğ dolanan sesi. Ya da ne bileyim içimde cızz diye bir yanma hissi. "Bir gün yok olacaklar" mı gerçekler gerçekten? Buna ikna olmam gerçekten zor. "Ölüm"ün manasının bu olacağını düşünmek ne gafletmiş ey bilge. Gâfilmişim. Kendime avlanmam da farz olmuş bu çerçevede.

Hayal, kötü bir şey de değil. şahane bir şey hatta. "Düş" / "rûya"nın hemen yanında. Tahtı geniştir, pek rahattır kalbimde! Fakat gidilecek yol, gerçekte bir yoldur. Gerçekteki sırrın peşine düşmekten manalı hareket sezmişsem şimdiye kadar, saflığımdan olmuş ola! "Şimdi her şeyi aynada / bir muamma olarak görüyorum / Ama o gün bildiğim gibi / Tam bileceğim" diyesiymiş Aziz Paulus Corintoslulara 13. mektubunda. Jostein Gaarder, "Aynadaki Muamma"da epigraf mı yapmıştı ne. Ezberimde takılmış öyle bir şey işte. Şimdi her şeyi aynada bir muamma olarak görmek. Ama o zaman. Hayal, bu durumda, gerçeğin "bir gün" olacağı şeyin bir sezgisidir insanda. Gerçeğin mucizeye dönmekle müsemma yazgısının bir iması. Yoksa, bir yerimizden uydurduğumuz ipek mendillerle gözyaşı silmekler, bana bu saatten sonra "saçma" görünür. Beş duyumla alacağım, içime nefes gibi çekeceğim korkular / muğlaklar / belirsizler / uçuklar...

Ne bileyim, kafam bulanık. Ama nasıl bir tat ağzımda. Üç vakte kalmaz olmadığım kerte mutlanırım ben. O zaman işte has bahçenin gülü olur kıvrandıran kelimeler, ruhumu sıkıştıran ufak ufak dilekler. Hepsine yer var yeni yolumda. Balkabağı ise balkabağı. Onun da mis gibi cevizli tatlısı oluyor. Hatta bazen yanıyor, tanıyamıyorsun kabağı! Kokusu değişiyor, şekli değişiyor, "Ben yangınım" deyiveriyor. En güzel tarafı da bu sürprizi sen "uydurmamış" oluyorsun. Sana hediye, gidip uydurduklarının yanına yavaşça kıvrılıp uykularına karışıyorlar.

Haziran 05, 2011

365 İçin: Çocuk Ş.'ye Açık Mektup


Sevgili Ş. ,
Büyük ihtimalle 1984 yılının yazında, herhangi bir gündesin. Babanın eli arkanda, keyfin yerinde. Yazık ki sana bu keyfi veren bilinçsizliğin, sen bunun da ayırdında değilsin. Sözlerim sana ukalalık gibi gelmesin. Şefkatli bir abla say beni, şimdilik. Gerçeği açıklayana kadar.

Senin okuma yazma öğrenmene daha çok var. Bir kızı ilk kez beğenmene. Yerçekiminin ne olduğunu öğrenmene. Bilgisayar diye bir şey görmene. Hayatında ilk defa bira içmene. O sıkıntılı ortaokul senesine ve arkasından gelecek huzura, daha epey var. "Tutunamayanlar"ı okumana, okudukça küçük dilini yutmana da daha çok var. Sen üzerinde pembe kadife bir takımla, bir yaz günü babanın eli arkanda diye keyiftesin çocuk. Ne iyisin, ne güzelsin.

Bugün, benim benim bulunduğum zaman: 5 Haziran 2011. Vuuğ. Bilimkurgu şeysi gibi. (Bilimkurgu çok önemli bir detay olmayabilir, zamanı gelince onu da öğrenirsin!). Tam 27 koca sene var aramızda.

Seni hayatımda ilk defa 5 Haziran 2010'da Kadıköy'de gördüm. Sonra birlikte bulunduğumuz yerler listesi uzadı. Yaptığımız şeyler. Gördüğümüz hayvanlıklar, parıl parıl yanan onca güzelliğe beraber duyduğumuz hayranlıklar. Bir şey karşısında susup, donup salak salak birbirimize bakmalar. Sevgili Ş., biraz çenesi düşük bir insan olduğum için lafı uzatıyorum. Ama beni anladığını umarım! Ben, sevgili Ş., hayatımda ilk defa 365 gün evvel görmüştüm seni. Ve o zamandan bu yana, insanlarca boğazıma dizilen her lokmayı sırtımı sıvazlamanla yuttum; verdiğin suyla kendime geldim. Nefes aldım, bir "Oh!" dedim. yanılıyorsam da, artık yalnız yanılmıyordum. Bu ne demek, sen daha bilmezsin.

Ben mutluyum sevgili Ş. Ve benim gibi birinin mutluyum diyebilmesinde, bilmezsin ne acayip çalkantılar var.

26 sene sonra görüşmek üzere. Esen kal çocuk! Bildiğim bütün duaları sana öğretmeye geleceğim.

Haziran 02, 2011

Seninle Konuşurum Bak Elbise!


Seni görünce gözümde hemen geniş ve yürüdükçe uzayan, kilometrelerce süren, bitmeyecek zannettiren bir koridor canlandı! İki tarafında da duvara sabitlenmiş metal borular, kalın. İçlerinden akan suyun sesi duyulmakta. Bu borulara asılmış, senden milyonlarcası! Bütün kadınlara, kadın hayaletlerine, kız çocuklarına, hainlere ve vicdansızlara yetecek kadar çok! Hepimizi "aynıymış" gibi gösteren yalan sende resmolunmuş, anladın değil mi beni? Sen, güzel elbise, bir acımasız sesin oyuncağı olmuşsun. Eşitliyorsun bizi. Aynı kefeye koyuyorsun.

Gerçek şu ki, zaten halihazırda "bize" dair en şahane gözlem de senden birer tane giymemişliğimize rağmenki aynılığımız! Bakınca, evet, sanki aynıyız. Zaten insanda "sürpriz" yaratan şey de o değil mi. "Senin gibi sanmak herkesi", bir gün öğrenmek ki, ohoo! "Anlıyorum" demişlerdir. Oysa senin cümlelerin yalnızca onların kafalarındaki alengirli hesaplara yahut bencil rüyalara hizmet vermiştir. Taşlar gediğine oturmaktadır, sen anlatmaktasındır kendini.

Madem diyorum manzara budur. Estetik bir tarafı olsa! O bitmez sanacağımız geniiiş koridorun iki yanında tertemiz dizildiğinde sen ve senden milyon tanesi, en azından "insan"ın görüntüsü kurtulacak! Sahte gülümsemenin yerini melankolik salınmalar alacak belki. "I'm in heaven" diye mırıldana mırıldana gittikçe solan renklerimizle etrafta dolaşsak birbirimizi kandırmalara ne vakit kalacak ne de gücümüz.

Bilmem ki sevgili elbise, karman çorman kafamdan bir anlama gelecek bir şeyler çıkarabiliyor muyum? Bu konudaki başarım takdirine kalıyor. Ben kendimi ancak kandırılmalarım, ayakta uyumalarım, aptal aptal bakmalarım ve hatta şapşal umutlarım için takdir ediyorum.

Bu fantazimin bir "fantazi" olması bir yana, bir gün seni giyip uzun uzun dünyaya bakmak istiyorum. "I'm in heaven" o zaman. Solan renkten umut anlamayı da kendime şimdiden öğütlüyorum. Zira bugüne kadarki kodlar, şifreler, harfler ve benzeri bütün işaretler yerle yeksan, darma duman, tuzla buz. Ama sonu gelmiyor yaşadığımız sürece hayatın, şimdi yeni bir zamana doğru bakıyoruz.

Mayıs 31, 2011

Kendime Sevinçli Haber!

Bugün, evet, dünya gözüyle seni gördüm.

Gördüm evet seni, kendi gözümle.

Gözüm hâlâ benimdi ve seni gördüm.

Açtım gözümü, bir an sanki bitti şapşallık ve seni gördüm.

Sevgili Oruç Aruoba.

Nasıl Bayat Bir Soru: "Neden Felsefe?"

İlk gençliğimin hatrı sayılır kısmı, “Felsefeciler ... olur” şablonundan üretilmiş sapır saçma cümlelere meydan okumakla geçti. Sanıyorum okuduğu bölümle “yargılanan” insanlar arasında felsefe okuyanların / mezunlarının epey yeri var. En koyanı da, bölümdeki arkadaşların bir kısmında da aynı paralelde fakat farklı tezahürlerde bir aymazlığa şahit olmaktı. “Tamam güzel de, ne işe yarar bunlar?”. Bu tarihin en sığ sorusu, belki de eğitim sistemimizin en büyük eksikliğine işaret eder: Biz, düşünmenin neye yarayacağını bilmiyoruz! Biz, sevgili okur, düşününce ne olur, farkında değiliz.

Bugün bir vesile ile üniversitede çok kıymet verdiğim bir hocam ile iki dakika konuşma fırsatı buldum. “Her şey” için teşekkür ettim kendisine. Tabii, onun kafasında neler canlandı orasını bilemem fakat ben çok büyük anlam yüklemiştim bu teşekküre. Zira, benim güzel bölümüm, bana hem felsefenin neye yarayacağını, hem de temelde insanın düşünmesinin nasıl bir etkinlik olduğunu zekâmın da müsaade ettiği ölçüde anlatabilmişti. “Bunlar ne işe yarar?” eşiğinden dönemeyenlerden farkım ne idi, bilmiyorum. Belki kişisel deneyimlerimin payı vardır. Evet, genellikle buna bağlarım: Ben hayatımın 18 yaşına kadarki evresinde çok defalar çok acayip mevzularda düşünmek zorunda kalmıştım.

Bu, beni sıkıntıya sokan sorunun kaynağı ayrı bir mevzudur, ama kabaca fazla maddeci olmaya bağlanabilir; yahut çıkarcılığa. Ama yazık ki, bunu üstünkörü saptadın mı mesele kapanmıyor. Ne kapanması? İçinde bile sayılmazsın meselenin!

Birilerinin birilerine acele olarak anlatması gereken bir şey bu sevgili okurum. Etrafımıza baktığımızda göreceğimiz “dünya” doğaya eşdeğer değilse, ki değildir, bu insanın düşünebilmesine koşuttur. Düşündüğümüz için TV var, düşündüğümüz için tıp var. Düşündük de öyle uydurduk “toplum” denen düzeni, siyasi sistemleri. Düşündük de bu “sayede” demiyorum, dikkat. Bu zorunlu bir yolculuk! İnsanın doğasında var düşünmek. İnsanın özü merak. Bugün iki satır saçmalıkla tatmin olan beyin, kasti biçimde “kötü niyetli” insan aklı tarafından sulandırılmış beyindir. Kimse çıkıp “Ben pek meraklı değilimdir” demesin. Meraklısındır kardeşim, ama belki merak ettiğin şey giderek saçmalaşaır ve kendisine hiç “Evren, nasıl bi’ şey ya... Vay anasını!” dememiş insan örnekleri türeyebilir. Bunların hiçbiri bize, “Aman canım, ne işe yarar felsefe” diye hakkını sunamaz. Çünkü onlar bu halleriyle “insan” olmanın ölçüsü / ölçütü olamaz. Bak yine sinirleniyorum.

Bugün, yine, hem de bir yazarın ağzından bu mevzu dile geldi de... “Evet, bir marangoz değildir felsefeci” filan dendi. Gûya felsefe etkinliğinin amacı saptanacak. Esas konu da değil bu üstelik, bu satır arasında yapılacak. Efendim felsefeci marangoz değilmiş. Vauv. Felsefenin amacı cartmış curtmuş. Sevgili okurum, ey sevgili okurum, ey insan, felsefe bizim insan olarak zorunluluğumuzdan doğmuştur. Meslek değildir. Amacı yoktur hatta belki de. Sana yalvarıyorum, sor kendine. Ne sorarsan sor, yeter ki sor!
“Bu dünya nasıl bir yer!” de.
“Neden bana bunu yaptın sevgilim?” de.
“Nasıl çalışır bu cep telefonu denen nane?” de.
“Bu dilencilere para vermek gerekir mi acaba?” de.
“Yoğurdu ilk yapan nasıl yaptı ki ya?” de.
“Blogları yasaklamak saçma değil mi ama ya?” de.
Bu sorularla başlayacak yolda indikçe ineceksin aşağılara. Kendine doğru. Arzın merkezine doğru. Başka türlü, yemek-sıçmak-üremek dışında bir mana bulamazsın yaşamına. Kaldı ki, bu dünyadan senden önce tüm bu adamlar, hatta dur, tüm bu adamlara bile gerek yok bir tek Oğuz Atay bile geçmişken senin anlamının yemek-sıçmak-üremek olması olanaksız. Yani yükün burda, ister gel al taşı. İster boşver. Ama n’olur “Bu okulda gördüklerimiz neye yarar yeağ” deme. Vazgeç bu sevdadan. Her şeyi avuçlayamazsın. Hem bana kalırsa, avucumuzda tutmaya müsait bir “gerçek”, bir “rûya”, bir “huzur” bi’ boka da benzemezdi.

Mayıs 30, 2011

Koyun Say.

Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülü, hatırla! Peki ya huzurlu, uzun bir uykuya giden yol. Koyunlar sevgili okur. Evet: "Beeeeğ!".

Koyun saymak, zannediyorum ki vicdanın sayıklamalarından başını alamamış, bundan uykusu kaçmış insana deva olamaz. Pofur pofur tüylerini sevdiğimin koyunları sizi, evvelce vicdanlı kişiler beklersiniz değil mi? Biz de bekleriz. Dikkat: "buluruz"a varması güç bir "bekleriz"dir bu. Olsun, bekleriz. Öyle aklımıza geldikçe birbirimize iyi uykular da dileriz.

Uyku istiyorum ben. Ha, her gece uyumuyor muyum zaten? Uyuyorum. Ama her uyuduğuma "uyku" demem; her gördüğüme "rûya" diyemediğim gibi. "Rûyaaaalaaaaaar... Rûyalaaaar gerçek oooolsaaaa" diyen Emel Sayın'ın sesinden göğe dağılan pembe pembe puantiyeler, gelsin elbiselere yapışsın mesela. Ben de bir gece evvel gördüğüme "rûya" diyeyim. E değil mi ama, iş mi, ben şimdi terle uyandığım, yataktan kaçar gibi fırladığım sabahlarda nasıl kendi kulağıma eğileyim de "Günaydın" diyeyim içim rahat. Cevabı yapıştırmaz mıyım kendime o zaman: "Sen buna uyku diyorsan..."? Yaağ, onu diyorum işte. Uyku gibi uyku için bana huzur lazımdır. Huzur için bana vicdan lazımdır. Vicdanımın karnı iyilikle doyar. Vicdanımın canı pek sık muhasebe çeker. Vicdanım tam kaşları çatacakken kulağımdan tutar, öyle hızlı çeker ki, ne olduğumu şaşarım. kafamı diğer tarafa çevirir, yüzüne bakamaz, hızlı hızlı eve uzarım.

"Huzur için bana vicdan lazımdır" dedim ama yeter mi? Yetmez. Başkalarının vicdanına da ihtiyaç duyar bu huzur dediğin. Öyle ya, gün aşırı kalbinden kanlar fışkırsın, sen tut "Ne de güzel uyudum yah!" diyebil mesela. Cık, olmaz o öyle. Ben işte, öyle uyku isterim yakın zamanda. Kanlar dedim diğ mi, valla evet, fışkırdılar, yalan yok.

Koyunlar. Acaba diyorum, bu koşullarda, huzurlu bir uyku isteyen bu harman yeri kafama bir öneriniz var mıdır? "Harman yeri diyorsun madem kızım, savur gitsin rüzgâra"? Öyle mi?


Kaç adedinizi saymak bitirmek bana yarar acaba? Kaç kocaman sürü arka arkaya? Dünyanın bütün çayırlarından gelenleriniz yetmez. Biliyorum, yetmez. Hayal bahçelerinde keyfine bakanlarınız da lazım bana! Ey pofur pofur tüylerine kurban olduklarım, canım anlaşılmak istiyor. Canım "söz" istiyor: Beeeğ! Başlangıçta söz varmış, umm, duyduğum en sâkin, en "açıklayıcı" şey. Yüce Allah'ım, söz varmış değil mi başlangıçta. O zaman bana cennettinden de koyunlar gönder! Bana başka kalplerden pılısını pırtısını toplamış vicdanları unuttur; yollarında rahat etsinler. Zamanında bana verdikleri yeter. Benim bugün olduklarım yeter. Bana ancak bir uyku. Allah'ım, bana n'olur kara kara deliklere düşmüş de yakaran iyi kalpli koyunlarından gönder!

Ey pofur pofur tüyleriyle yanıma koşacaklar, elime bir resminiz geçti. Bir kaktüsün kenarında azıcık dinlenmekteymişsiniz, öyle mi? Ziyan yok. Bu gece ben yine rüyamda eski ızdırapları görüveririm. İş ki, yorgun gelmeyin, iş ki zamanında gelin. İş ki, önünüze iki lokma bir şey koyduğumda "Yedik de geldik" demeyin.

"Mutluluk"la Barış Antlaşması


Hep yok saydığım, değerini azımsadığım mutluluk. Acı ile tezat zannettiğim. Boş kafalara yakıştırıp kendimden uzak bellediğim. bu yanıldığımı anladığım gün, bir anlaşma imzalamaya meylettim. Oturtuk şartları düzenledik.

1. Sâkin olunması esastır. Her iki taraf da aceleci olmayacaktır. Ne mutlu olmak isteyen beklerken; ne de mutluluk gelirken.

2. Korku ile bağları sıkı tutmak mühimdir. Mutluluk, kaybedileceği korkusunu sembolize eden siyah bir şemsiye taşır, görünce korkulmamalıdır.

3. Detaylar sevilmelidir, kafaya ziyadece takılmalıdır.

4. İnsanlar detaylara kıyasla çok az önem arz eder. İnsanlar kafaya takılmamalıdır. İnsanların kafaya takılmayacakları zamanlarda, "zaman" başta olmak üzre bilumum soyut kavramlara ilişkin olarak 3. kural geçerlidir.

5. Mutluluk ara sıra serbest bırakılmalıdır.

6. Mutluluk asla bencilce tüketilmemeli, en fazla yarısı yendikten sonra diğer yarısı birilerine muhakkak surette ikram edilmelidir.

7. Gerçek üzerine etraflıca düşünülmelidir. Hayale hak ettiğinden fazla kıymet atfedilmemelidir.

8. Mutluluğun ziyarete geleceği hususunda ümitsizliğe kapılınmamalıdır.

Mutluluk: =)
Arda Sedefçigil: ardaS

Mayıs 23, 2011

Vincent İçin Neşeli Ağıt


Bir teleskop balığı ölürse ne eksilir dünyadan? Bugünün sorusu budur sevgili okur.

Bir teleskop balığı ölürse, hım? Sadece bir teleskop balığı mı eksilir? Yani, bu güzelim hayvancağız, ancak bir teleskop balığı olmayı mı becermiştir? Zannediyorum, bu da zor sorulardan biri. Ummmh, zor bir soru yeterince kıvama geldi miydi tadından yenmez bana kalırsa, neresinden ısırsan ağzında dağılır! Hafif hafif bir serinlemesi olur onun, bir şeyde bulamayacağın bir kendine has lezzeti olur. Kıvamına gelmiş bütün zor sorular, damak tadı gelişmiş meraklı zihinler arzular. Evet, bence kesin böyle yapar.

Yol arkadaşımlan aldığımız, siyah pörtlek gözlü (zaten teleskop balığı olduğu için) Vincent adını verdiğimiz sevgili balık, ölmüş. Bu sabah telefonda öğrendim. Beklediğimiz bir şeydi bu. Yemiyordu bir şey. Kavanozun dibinde öyylece duruyordu. Yüzmüyordu. Ey ömrünün son birkaç gününde yüzmemiş, bir şey yememiş balık, aklımdasın!

Üzüldüm duyunca, ama bir de nedendir bilmem, gülümsedim. Belki günlerin güzelliğiydi. Belki gülümseyecek bir şeyler arayan şapşal bir kızım bugün. her ne ise nedeni işte, gülümsedim. Bazı düşünceler, bazı ferah gölgeler geçti kafamın kenarından.

Acaba, bir şeye mi üzülüyordu. Hafızası 10 saniye olan bir hayvan için düşük bir olasılık gibi. =) Latife ediyorum, zaten "bilinçli" de değil, değil mi? Ummh. Bu soru da leziz, bu soru da zorlu! Misler gibi koktu burnuma! Zira, sormalı bence insanım diyen, "bilinç" ne demektir hattızatında? Tamam, "bizim gibi" bir bilinci olmayışı, bizim gibi davranmayışından açıkça seziliyor. Eh, zaten göz var izan var, fiziksel durumu müsait değil bizim gibi olmaya. =) Fakat, bence ölümünden birkaç gün evvel hiçbir şey yemeyen, öylece duran bir balık en azından hastadır. "Acı" çekmektedir. Bana kalsa bununla tanımlardım "bilinç" denen şeyi.

Sevgili okurum, insan dediğin kafası karıştıkça güzel! Vincent'ın ağıdı bundan neşeli işte. Sadece bir teleskop balığı değildi o. Bir "hasta" idi. Bana bunları düşündüren oldu sonra da. Bunun adı, "bu dünyadan geçmek" değil mi? Bana şu ilhamın milyonda birini vermek şöyle dursun her an her dakika yaşama sevincimi kıran, güvenimi sarsan, umudumu kıran insanların var olması yanında bu canım teleskop balığının "bu dünyadan geçmişliği" pek daha mühim sayılmaz mı? Evet yalnız bizleriz bunları düşünecek varlıklar. Peki ya düşünceyi dürtükleyen, harekete geçiren, tek bir saniyeye koyuverdiği parmağıyla yılların kafa karışıklığını nihayete erdiren "ilham" kaynakları, psikologların kuru deyişiyle "uyarıcılar"?

Günaydın sevgili okurum. Bir teleskop balığının ölümü ile daha fazla yer açıldı yaşamlarımıza. Bundan bize düşen görevler var: kafalarımız karışsın, kıvama gelmiş neffis sorular ağızlarda dağılsın. Karışsın, dağılsın ki biz de şu hayata "hayat" diyelim rahatça.

Günaydın!

Mayıs 15, 2011

Uyarı Mahiyetinde


Çok günaydın sevgili okur!

Artık akşamın altısında "günaydın" denebilecek günlere geldik. Sular akmıyor, zaman geçmiyor sandığımız günlere yazıklar olsun! Şimdi açacağımız her pencereden güneş girecek içeri. Şimdi giysimizin kolu kısa değilse, bunalacağız! Şimdi artık, özgür olmaktan, hafif olmaktan ve dahi huzura boğulmaktan başka çare kalmadı. Bahar gelmedi diye üzülmüştün değil mi: Bak Allah'ın işine ki, onun yerine birdenbire yaz geldi.

Böyle sıradan şeylerden söz etmeyi nasıl özlemişim. Büyük laflar yok hayatta, varsa da yalan. İyi biliyorum artık. Bir gün bir roman mesela, küçük laflarla, minicik laflarla yazılacaksa, o zaman benim zihnim haklılığının bayramını ilan edecek! Laflar büyüdükçe azalan bir samimiyetin güvertesinde, tedirgin geçmiş bir yolculuklar silsilesinin hemen sonunda, durak mıdır liman mıdır, ama kesin "son" olan bu noktada, kendime varmaya az kaldığını ciğerlerimde duydukça, evet işte, alıyorum bir ilkyaz nefesini. Özlemişim, sıradan şeylerden söz eden, durgun, alçak sesimi. "Heyecan"ın sesi bağırmaz mesela, onu da iyi öğrendim!

Ne çok öğrenmişim bu ara ey okurum, görüyor musun. Gör. Gör diye anlatıyorum. Sonra dön bak etrafa, kendine dön bak. Olur da huzura doğru bir adımına bir nebze katkım olursa bir gülümse o uzaklardan bana.

Günaydın sevgili okur, sakın onlara kanma!

Mayıs 14, 2011

Gerçeğe Selam!


Bir sabaha daha uyandım! Hava güzel. Evimi toparlayacağım. Sonra keyif vaadeden mutfak işleri. Son günlerde içimde garip bir his var. Bir şeye çok üzülünce, yahut sinirlenince hep böyle oluyor: bir revizyona giriyorum sanki! Bir şey kaybetmenin eşiğine gelmek yahut kaybetmek. Henüz kafası çok karman çorman biri olmakla beraber sanırım ikisini de yaşadım son on günde.

Bir şeyi kaybedecek gibi olduğunda, ya da kaybettiğinde "daha kötüsü olamaz" hissinin ağırlığı önce bir sıçıyor ağzına. Ama sonra eskiye nazaran çok daha sağlıklı düşünmen için cesaret de veriyor beklenmedik biçimde! "Bundan sonra böyle yaşayacağıma göre..." dedikten sonra korkusuzca bakıyorsun olup bitene. Ve eğer kendini suçlu hissetmene neden olacak bir şey bulamazsan, kendini alıyorsun kucağına bir güzel, okşuyorsun, okşuyorsun. Şefkat ancak böyle güzel, öğreniyorsun.

30 yaşıma bir buçuk yıl kala, şunu anlıyorum: olgunlaşmakla yalnızlaşmak arasında, gençlik enerjisi yahut "dost canlısı olmak" gibi ilk gençlikte pek güzel görünen bazı şeylerin görmemize mani olduğu sıkı bir bağ var. Yol arkadaşım geçenlerde demişti ki: "Asıl 30'dan sonrası bence...". Yüzünde her zamanki sakin gülümseme. Bense yerimde var gücümle haykırıp zıplamak istedim o anda! "Hayır! Ne otuzu!". Ama ı ıh, şu anda en azından, başka bir his içindeyim. Kaybolacaklar kaybolsun, yitirilecekler yitsin. Anlaşılacaklar anlaşılsın, öğrenilecekler öğrenilsin. "Olgunluk çağı"nın malzemesi olacak bir "ben" biriksin. O zaman işte, yavaş yavaş, o senelerce okumadığımdan utandığım romanları okuyayım. Şimdi hiç utanmıyorum. Şimdi bir eşiği atlamış gibiyim. Zamanı gelmemiş hiçbir şeyi yapmadığım için artık kendimden utanmıyorum! Zamanı gelenin nasıl da "geldiğini" iyi gördüm çünkü.

Sonsuz bir boşluk düşün. Bahar göğü gibi apaçık mavi. Hiçbir şey yok, bir salıncaktan başka. Şimdi bu hayale bir de kocaman minder ekledim. İpleri nereye bağlı bilmediğin bu salıncakta en sevdiğin şarkıları bağıra çağıra söylersin. Ara sıra mindere uzanır dinlenirsin. Ama bak n'oluyor: mindere inince kahve istersin, o çok sevdiğin şairin kitabı, "ahh olsaydı" diye hayıflanır, onu bulunca bir dizeyi pek sevip "sevgilim de olsaydı" dersin. Dizeyi ona okuyacaksın ya. Dikkat edersen açık mavi sonsuz gök hayalinin çi gittikçe dünya ile doluyor. Bu da sanırım insanın gerçeğe mahkumiyeti oluyor. İşte bundan, sadece bundandır ki artık gerçeğin içindeki dehlizlerdedir bütün dikkatim. Bir odadan görünen gökyüzündedir. Artık gerçek olanı küçünmsemekte pek bir mana kalmadı. Artık, dünyaya bakmanın zamanı geldi. İçimdeki küçük kız sakinleşmeye başlıyor. Bu sabah uyandığımda, uzun zamandır ilk defa "Ya şu şöyle olmazsa" yahut "Eyvah bilmem neyi yetiştirecektim" demedim. Annemi aradım. Yalnızlar bilirler: Bu söylediklerim büyük şeylerdir hayatta.

Yeniden merhaba sevgili okurum!

Nisan 11, 2011

Olric.com Diye Bir Haber

Merhaba sevgili insan!

Bu blog yasağı beni çok sarstı, evet. Nedense haddinden fazla uzaklaştırdı blogumdan. Özledim. Ama dokunmak pek gelmiyor içimden; anlamakta zorlanıyorum bunu. Ofisteki bilgisayarımda hâlâ açılmıyor blog mesela. Nedir aslı bu işin, bilmiyorum.

Blogumdan uzak kaldığım sürede bir şey yaptık biz yol arkadaşımla. Okuduklarımızdan alıntıları paylaştığımız bir site. Belki insan, belki olur da bakarsın:

www.olric.com


Bakalım, belki de döneceğim geriye.

Şubat 28, 2011

Lars, N’olursun Bize Yemeğe Gel!

Geçen akşam izlediğim “Lars and the Real Girl”, aşağıdaki afişinden bana büyük şeyler vaadetmemişti açıkçası.



Lars adlı bir genç anlatılıyor filmde. Ağabeyi ve yengesinin evlerinin garajında ikamet ediyor kendisi. Bütün kasaba onu çok seviyor; çünkü kiliseye gitmeyi aksatmayan, mülayim, güler yüzlü filan bir insan. Ama garip bir sıkıntısı var, insanlara dokunamıyor, dokunulursa rahatsızlık duyuyor. Yengesi onu sık sık yemeğe çağırdığında, kaçıyor, gitmiyor. İş yerine yeni gelen kız ondan hoşlandığını belli etmsine rağmen hiçbir olumlu tepki vermiyor.
Esas hikâye, bu bahsettiğim durum bize 5-10 dakikada anlatıldıktan sonra başlıyor. Lars, internetten bir şişme bebek sipariş etmiş meğerse, kocaman bir kolisi gelince öğreniyoruz. Ağabeyi ve eşine onu büyük bir heyecanla, daha evvel yüzünde pek görmedikleri “mutlu” bir ifadeyle anlatıyor, sonra tanıştırıyor. Ağabey ve yengenin şoku uzun sürmüyor, Lars’ı tedirgin etmemek için şak diye gerçeği gözüne sokmuyorlar. “Delirdiğine” hükmediyorlar.
Elbette sana filmi anlatmayacağım sevgili okur, ama bu kadarını bilmen gerekirdi konuşabilmem için.
Bir kere, Ryan Gosling’in Lars rolünü severek oynadığı anlaşılıyor. Sevmiş Lars’ı bu adam, “Oyy, kuzuuuğ!” demiş senaryoyu okurken. Ve elinden geleni yapmış, zihnin perdesinde izlediği o “kuzu”yu görebilmemiz için. Bence gerçekten, belli bir rutinde kullanılan çeşitli mimiklerle, hiç abartmadan gerçekten bir “karakter” olmuş Lars. Dozunu aşmayan, “ağlak” olmayan bir hüzün bu. Adam sanki gözümüzün içine bakıyor.
Filmin çok karanlık, umutsuz filan olduğunu da düşünmeyin ama. Şişme sevgili Bianca’yı kasabanın sahiplenişinde, “bir insanı sevmenin” ne demek olduğunu görüyorsunuz. Bence bunu görün, izleyin bu filmi. Ekşisözlükte birisi demiş ki, “Film boyunca çıkıp gerçeği kusacak kötü biri bekledim ama yok”. Bu, bence de önemli bir nokta. “Olabilir, istersek olabilir” diyor yani film, “Kahrolası insanlık, yazık ki hep böyledir” demiyor. Onu demenin gerekeceği mevzular da vardır elbette ama bu sakinlik, en azından bu kadarı, bence lüzum arzediyor.
Sevdim sevdim; hakikaten sevdim ben bu filmi.
Kiliseden çıkarlarken Bianca’ya bir teyze çiçek veriyor, yapma çiçek. Lars diyor ki,
“Bak Bianca, bunlar gerçek değil, yani sonsuza kadar yaşayacaklar...”
Kurmaca da öyle değil mi ey insan! Filmler, kitaplar? Biz gideceğiz buralardan, ama onlar birileri için hep buradalar.
Gör bu filmi.
Nosta, en önce sen!


Not: Filmde Lars’ın bilardo oynarken eline aldığı topun numarası 14’tü. “Bugünlerin resmi” olmayı haketti bence. Hayatı seviyorum.

Şubat 27, 2011

Kandır Bizi Aref!

1. Kısım
Christopher Nolan’ın “The Prestige”i benim çok kıymet verdiğim bir filmdir. İllüzyon “sanatına“ (hadi öyle diyeyim) ilişkin, “Are you watching closely?” sorusu ile başlayan, sonunda yine o soruya dönen, yanıt öneren bir film. Önerdiği yanıtı “Hayır, çünkü kandırılmak istersin” diye özetleyebiliriz; ama görmediysen bu filmi, mutlaka gör sevgili okur. Neden kandırılmak isteriz? Bu önemli bir şey.


“The Prestige”, illüzyon üzerine Edward Norton’un ortalama ve keyifli filmi “İllusionist”ten çok daha derinlikli düşünen-hatta sadece “düşünen” demeliyim belki, İllüzyonist için sadece malzemeyi “kullanan” demek daha doğru olur gibi- bir film idi. Hatta bence, resmen felsefi bir bakış geliştiriyordu mevzuya; hikâye bu bakışın hizmetindeydi. (Söylemezsem ölürüm: Inception’ın sıkıntısı da bence bu idi, tıpkı İllüzyonsit gibi malzemeyi kullandı Nolan orada. Rüya da iyi malzeme ha!)
Filmdeki esas oğlanlardan biri, ünlü bir illüzyonist, tabancadan çıkan kurşunu eliyle yakalıyordu. Karısı hayranlık duyduğu, hatta dibinin düştüğü bu numaranın sırrını ısrarla sormuştu. Uyarmıştı karısını adam: sır dile gelirse, hiçbir büyüsü kalmaz, diye. Devamı, sinemada izlediğim en güzel “an”lardan biri olabilir: Adam nasıl yaptığını açıklayınca, kadın iğrenç bir sırıtışla “Puf” deyip hemen başka bir konuda konuşmaya başlıyordu. Adamın o andaki hissi hakettiğini zannetmiyorum. Çünkü illüzyon gösterileri, bize verdikleri o merak duygusu içindir zaten!
“Aaa, bu nasıl mümkün olabilir?” gibi bir soruyu sordurmanın insanlığa büyük bir hizmet olduğunu herkes göremez; ukalalık yapayım, ben görürüm arkadaş!
Gerçeğin güvenilir, değişmez, kuralları ve ilkesi belli bir düzen olduğu yanılgısı, tarihten geçen onca dahinin elele verip yine bizi vazgeçirmeyi başaramadığı şey! Evet, deha, maalesef bize gerçeğe yakışan en sihirli iksirin “turp suyu” olduğu bilincini veremedi. Kendimize çok acıklı şekilde, “acccayip” güveniyoruz. Hayali, rüyayı, sanrıyı, silindikçe güzelleşen “anı”yı küçümsüyoruz. Halbuki bunlar, dünyanın başka başka yüzleridir; gerçeğin etrafını çevirirler ve “Biz de varız” derler. “Burası bizim de evimiz!”.
İllüzyon bu nedenle büyülü bir şey değildir elbette! Bize, sınır duygusunu yaşatır, dünyanın gerçek olmayan sakinlerine kayar aklımız. Gerçeğin sınırına karşı küstahlaşırız. Ama tabii, bazılarımız, bütün bir vücudu onulmaz yaralarla örtülü, öylece gerine gerine sokaklarda dolaşan eciş bücüş korkaklardır. Onlar sevmezler hiç bu sınır turlarını, olsa olsa tatsız tuzsuz salatalarına rendeleyecekler kıpkırmızı canım turpları!
Yavaş yavaş Aref’e geliyorum, önce bir slogan atayım da.
“Bana bir tek soru sorduranın bin yıl kölesi olurum”
2. Kısım
Cem Yılmaz’ımızın David Copperfield Türkiye’ye geldiği zamanlar şovunda söylediği bir şeyler vardı, hatırlar mısın ey insan? “Bu adam uçamıyor, hilesi var” şeklindeki söyleme hitaben, “Uçsa muhatabı sen mi olursun yavşak?” cümlesi ile özetlenebilecek açıklamalar yapıyordu. Espriler demiyorum, açıklamalar diyorum. Cem Yılmaz bence saptamalar yapıyor, bunların komik olması ayrıca bir şey. Bence yani. Neyse.

İllüzyon ile ilgili bir gündem var bugünlerde ülkemizde, bir Tv programında, yarışmacı olarak katılan Aref Ghafouri ile ilgili. Aklıma yukarıda yazdığım şeyleri getiren ve günlerdir umurumda olan bir gündem bu. Youtube’da, gazetelerde “Aref’in sırrını” çözen yazılar, videolar. Kendilerine çok öfkeliyim ama yine de nezaket sınırlarını aşmadan saldırmaya çalışacağım. Nazik ve edeplice giydireceğim, elbiselerini.
Bir kere, Cem Yılmaz’ın söyledikleri aynen geçerli.
İkincisi, illüzyon denen alanın özü budur, Aref denen çocuğun ermişlik iddiasında olduğunu düşünmek, ancak embesillikten muzdarip bir zihnin eğilimi olabilir. Çocuk diyor ki, “Aylardır çalışıyorum buna, inşallah olur”. Ha, ne demek o, bir metodu var, çalıştım ve yaptım demek. “Çözerim ben bunu lan, Aref’i de oturturum olduğu yere” iddiasındaki anlaşılması güç “emek”ten söz ediyorum. Hem gördüğün gibi, Aref senle benle aynı yere oturmuyor. (Numarasında bir bölüm vardı, altında sandalye filan olmadan oturuyor!)
Birilerini tükete tükete, yapılmış olanı çürüte çürüte var olma gayreti, tarihte ilk değil. Ama alışmıyoruz, alışmayacağız. Biz, rahatsız olabilen zihinler, alışkanlıklara düşmanız!
Aref bir popüler kültür ikonu oldu, yaptığı şeyi çok etkileyici biçimde yaptı çünkü. Ben de izledim, “Bravo lan” dedim. “Ohaaağ” dedim. Ama esas mesele, Aref yahut başkası değil. Esas mesele kör oldukları hâlde onlara bahşedilmiz o uzun uzun çomaklar! Bu da bizim sınavımız ey insan, bu da senin sınavın! Kör iken bile nereye sokacağını bulabileceksin, diyor demek ki yaradan, hikmetinden sual ne gerek. İlgiyle izliyoruz gittiğin yolları.
Dünyada o büyük yangın başlamadan, vaadedilen fırtına kopmadan aklı başa toplamayacak kimi insan. Bu çok açık. Ama Copperfield, Christopher Nolan, Cem Yılmaz ve dahi o gazete haberlerini görünce “Iyk” diyebilecek yetenek ve duyarlıktakiler de “insan”. İşte hayatımın kısır döngüsü. İşte tez ve dibinden ayrılmayan antitez. Ve kutlu kıyameti beklediğini zannettiğim o sentez, ey sentez!
Öyle işte, kafam biraz takılmıştı bunlara da!

Şubat 22, 2011

Mmm, Anladım ki...


Ey okur!

Birdenbire olan şeyleri sever misin? Ben seviyorum! Evet bu sabah karar verdim, kesin seviyorum. Plan hayattır zannetmiştim ben senelerce, değilmiş! Hem iş, sürprizin gelip kafana toslamasını beklemek de değil. Koparıp alacaksın sürprizini elinlen. Dün yaptım ben. Aklıma esti, lank diye "Hadi gel!" dedim birine. Akşamımın gündemi değişti sonra. Hatta belki de, "akşamın gündemi", baştan beri çok yanlış bir şeydi.

"Bu haftanın gündemi"
"Bu ayın gündemi"

Kışlarımın,yazlarımın, baharlarımın böyle devam etmesine karar verdim bu sabah. Planı zorunlu hâller dışında (bkz. doktora tezim. bzzt!) artık kendime "Haydi, ne istiyorsun şimdi?" sürprizleri yapıcam. Yapılması gerekenler zaten yapılıyor da, arda kalan zamanın "Aaaah, ah neden başka bir şey yapamıyorum"la geçip gitmesi dert oluyor insana. Bu hafta sonu uzun zamandan sonra ilk defa iki gün ardarda film izlemiş olmak bile beni kendime getirdi. Nereye gitmiştim kendimden, Allahtan ki çok uzağa değil.

Ve'l hâsıl-ı kelam:

Ah çok güzel kafam bugün!
Kafama güzellikler getiren düşünceler içindeyim.
Güzel bir şey, kafamda iyi kalpli tilkiler.
Cin fikirle iyi kalbi birleştirmek neden daha evvel akıl edilmedi?

Şubat 20, 2011

Bu Klibi İzlemiş Miydin Ey İnsan?

Aşağıdaki klip Tori Amos'un imiş. Şöyle bir yol izledim keşif sürecinde:

1. Adım: facebook'ta bir arkadaşım Tori Amos'un bir videosunu paylaşmış. İzlemedim ama şarkıyı dinledim. O sırada başka bir şeyle uğraşıyor idim. Müthiş cahil bir kimseyim ben. Tori Amos'u duymuşum, öyle birkaç şarkısı kulağıma çalınmış, adlarını dahi bilmem. O kadar. Merak ettim, sesi bi güzel geldi. "Kimmiş la bu?" sorusundan hareketle Google kapısına koştum.

2. Adım: Google araması. Oradan ekşisözlüğe. (Ben bu sözlüğün adını bitişik yazmayı seviyorum nedense.)

3. Adım: Ekşisözlükte okudum biraz hakkında bir şeyler. Bir entryde China şarkısının klibinde taştan piyano yapıldığı yazıyordu, merak ettim, bakayım dedim.

4. Adım: Youtube gezintisi. China'nın klibini izledim, pek beğenmedim. Ama kadının sesi güzel. Yan tarafta rastgele önerilen videolar arasında bunu buldum işte! "A sorta fairytale". İngilizcem pek iyi değil ama bu "sorta" muhtemelen "sort of"un kısaltması filandır. öyle ise eğer hakkaten "Bir Nev-i Peri Masalı" demek oluyor şarkının adı. Belki soracaksın sevgili okurum, "Neden yolculuğun diğer durağı herhangi bir İngilizce-Türkçe sözlük olmuyor?" diye. Ama öyle kolay mı, ya bu demek değilse? =)

Haydi bakalım, iyi seyirler!

Not: Bu "Piyanist"teki adam değil mi yauğ?

Edit: Cesaret ettim, evet. "Sorta" öyle demekmiş. Hatta şarkı için ekşisözlüğe yazılan ilk entryde şarkının adını benle aynı şekilde çevirmişler. Misal, "Bir Tür/Çeşit Peri Masalı" da demiş olabilirlerdi. olamaaaaaaaz mı, olabiliiiir!

Şubat 19, 2011

Güzel Bir Filmmişsin Sen "Copie Conforme"


"Aslı Gibidir" adıyla ülkemizde gösterime giren, Juliette Binoche hanımefendinin başrolünde bulunduğu, zaten dikkatimi de bu vesileyle çeken bir film bu.

Ekşisözlükte hakkında yazanlar Binoche'un oyunculuğunu epey övmüşlerdi, ben de katılıyorum buna. Ama filmin bunun dışına pek de bir numarası olmadığını söylemeye gelen yorumlar vardı. Orada bir duruyorum işte.

Bir kere filmin el attığı, anlatmaya yeltendiği "şey" itibariyle bile tebriği hak ettiğini düşünüyorum ben. Neidr o "şey", ifadesi güç biraz galiba.

Başta, sıradan bir entel filmi geliyor gibi oluyor, doğru. Bir yazar, konferansta. Ama yönetmen bunun sıradan bir entel filmi olmaktan uzak olduğunu yavaş yavaş gösteriyor bize, iş ki biraz şans verelim, izlemeye devam edelim. Yazarın cep telefonunun çalması, üstelik açıp konuşması o sözde "ciddiyeti" dağıtıyor. Zaten ilerledikçe görüyoruz ki bu adam "Eğlen kardeşim, ölücez, bu kadar da ciddiye almamak lazım gerçek denen, toplum denen şeyleri" modunda bir kişi.

Tabii, filmi anlatmayayım burada ama söylemek zorunda olduğum şeyler var. Yazarın kitabının adı "Copie Conform", "aslı gibi olan kopya". Bir okuru, ki hatunun hem orijinal hem de kopya eserler sattığı bir dükkanı vardır, bir şekilde bir buluşma ayarlar ve görüşürler. "orijinal" ve "kopya" kavramları üstüne konuşurlarken garip bir durum ortaya çıkar. İşte filmin anlatmaya yeltendiği ilgi çekici olan "şey" budur.Oturdukları bir cafede, cafe sahibi onları karı koca sanır ve birkaç soru sorar kadına. Kadın da hemen bir oyunun içine "atlar", sanki beklediği budur. Adam da yavaş yavaş içine çekilir bu oyunun. Filmin sonunda "Tak" diye gerçeğe düşene kadar devam ederler. 15 yıllık bir evlilik uydururlar. Anılar uydururlar. kavga ederler hiç yaşanmamaış kırgınlıklar için. Şimdi al bakalım ey okur: "Neden iki koca insan böyle bir şey yapıyor? Deli mi bunlar?". Ve tabii, kaçınılmaz olan: "Böyle bir oyuna cesaretin olur muydu?".

Filmin "orijinal" ve "kopya" kavramları üstüne tartışmayla açılması boşa değil. "Gerçek" ve "taklit" hemen yanlarına ilişiveriyor bu kavramların. Şimdi bu bağlamda çok çok yaratıcı bulduğum bir planı göstereceğim sana sevgili okur, ben şeettim bizzat. Yazar ve kadın yeni tanıştıklarında, kadının dükkanında. Kadın epey heyecanlıdır ve az evvel oğlunun yanında gördüğümüz hâli gibi, yani "kendisi" gibi değildir adamın yanında. Çok heyecanlıdır, telaşlıdır. Bu kendi gibi olmayış, "kopya" kavramıyla üstüste oturtulur ve diyaloglarını aşağıdaki gibi izleriz; adam ve kadının bir aynaya yansımış olan görüntüsü-"kendisi" değil.

Bir de, yazarın bir "Fars şairden" diyerek kullandığı birifadeye bayıldım. Zaten o da bundan büyülenmemek elde mi, diyor: "Garden of leaflessness": Yapraksızlık bahçesi / yapraksızlığın bahçesi. Halbuki altyazıda "yapraksız bahçe" diye çevirmişler, umarım herkes dikkat etmiştir buna. Çünkü kaybediyor anlamını öyle dersek. Gugıl amcaya sordum, net bir yanıt alamadım ama, "yapraksızlık bahçesi" ifadesi Ali Şeriati ile beraber anılmıştı bir yerde. Onun mudur, bir yerde aktarmış filan mıdır, yazık ki bilemedim. Ama olsun, güzellik güzelliktir.

Bu Abbas Kiarostami kimmiş, varayım bakınayım. "Aslı Gibidir", tavsiye olunur.


"Garden of leaflessness": yapraksızlık bahçesi.