Aralık 31, 2010

Yenihayat

29 Aralık günü, akşam saat 6 sularında ne yapmaktaydın sevgili okur? "Bugün çok yorgunum" kahvesi mi yapıyordun, "hâlâ neden yalnızım" makarnası mı? "Gerçek ne ızdıraplı!" uykusunda mıydın, "Bir gün gerçek olur mu ki" rüyasında mı? Hayatının ilk macera romanına mı başladın, bilmem kaçıncı kişisel gelişim kitabına mı?

Ne yapıyordun ey insan, aklın başında mıydı?

Ben ne yaptığını bir türlü net olarak çıkaramadığın o saatlerde, yenibirhayata başladım. Gerçekle aramdaki iplerden birini daha kopardım. sonsuz boşlukta kurduğum salıncağımın üstüne bir de minder yerleştirdim! Artık sokaklarda göreceğin binlerce kafası dağınıktan en az yüzlercesiyim! Dünyadaki bütün deliler bana dönüşmeye başlayacaklar artık. Çünkü hayal nedir, diyen her zihnin hevesiyle kudurmakta bulunduğu bir döneme girdim. gerçeğin kesif dumanından sıyrıldım; aslında bulunmam abes olan sahalardan ayrıldım. Ve bir daha anladım: rüyaya dalmakta inad ettikçe, gerçeğin sana aksaklık çıkarmadaki başarısı sıfıra meylediyor. bazen işte aldığın nefes, daha güzel geliyor!

Taşlarında tökezleyeceğim dar sokaklarım, artık yollarım yalnız size açılacak! Üzerlerine çamurlar sıvadığım koca koca küplerim, sirkem sizden akacak! Sirke ki, acıya bir bakıştır bazı gözlerce.

Cemal Süreya'da geçer imiş, "Üvercinka"da:

"Laleli'den kalkıp dünyaya giden bir tramvaydayız"

Ey eli kalbinde çocuk, geliyorum oyununa. Fazla kalmadı.

Aralık 11, 2010

Bir Nev-i İçimize Kapanma


İstanbul iki gündür çok kış. Bir fırtınanın en sevdiği evladı bugünlerde buralarda. Ergen bir fırtınanın güzellikle imtihanı. Kıymet bilip seyrine dalmalı.

Sarındım büründüm çıktım dışarı. Yapılması gerekenler de peşimden. Vicdanımın bir türlü yakasından düşmeyen azapları, etrafımı karartma heveslerinden oldu bitti vazgeçmediler. Vazgeçecek gibi de değiller. Amaan, bunları düşünüyorsun düşünüyorsun da ne oluyor. Hiç. Değil mi ki bu “yapılması gerekenler” hususunda elinden hakikaten bir şey gelmiyor.

Sarındım büründüm çıktım dışarı. Akşamüstünün kışa has karanlığı, ergen fırtınayla içiçe girmiş, bir acayip hazzın eşiğinde. Azımı eğdim baktım, bir gözümü yumdum baktım, parmak uçlarıma dikildim baktım: güzellik gene. (Yine Edip Cansever: “Ah, neresinden baksam sessizlik gene” diyordu.)

Atkını sarmışsan, kışın sana sürprizi vardır. Kulağında akan şarkıya utanmadan, ağzını yaya yaya eşlik edersin. Hatta kalbinden vuran o minicik satırlarda gülümsemen hiç çekinmeden bir süre donabilir de dudaklarında. Kimse görmemektedir zira. Öyleyse ah! Dünyanın bütün atkıları, ne sırlar saklıyorsunuz? Dünyanın bütün dudakları, o kavuran sıcaklarda kim bilir neler gizliyorsunuz?

Burası bugünlerde çok kış. Ama iyi de oldu. İçine kapanmanın bu kışa has şekline ihtiyacımız vardı.

Aralık 10, 2010

Efkâr

Bugün Cuma. İlk kez Cuma olmuyor ey insan! Ne de ilk defa 21.55’i gösteriyor saat. Kaç cumadan ve kaç 21.55’ten teşekkül edeceğini bilemeyeceğimiz ömrümüzde kimi anlar var ya. Hani içimizde suların kaynadığı; ama nasıl, fokur fokur kaynadığı!
Bilincimin altında saklambaçlar oynayan, köşeler kapmaya çalışan, biri eğilince sırtından hoplarım da gökyüzüne değerim umuduyla şapşal şapşal dolanan, ıslıkları ciğerler dağlayan zavallı çocuklarım! Benim canlarım. Geri dönmeyecek hatıralarım. “Çat!” diye yere vurduklarım. Tokatlar hak eden pişkin suratlardan korkup öfkeyle yanaştıklarım! Azcık sesleri yükselse korktuklarım. Anlamadıklarım en çok; bir türlü kafamın basmadıkları. Ey benim içimde benden gizli oyunlar çevirenler. Bana söylemeden kalemlerimi, kağıtlarımı, mumlarımı, çakmaklarımı, ojelerimi, balonlarımı, eteklerimi, ince-kalın-uzun-kısa çoraplarımı aşıranlarım... Bitmemiş çocukluğumla başlamamış kadınlığımı aralarında paylaşanlarım. Acımasızlarım, merhametsizlerim. Bana dünya dünya gezdirip şefkat aratanlarım. İnsan diye sarıldıklarım, “en azından” diye diye avunduklarım. Size bu akşam bi’ ses veresim geldi.

“Bir fırtına tuttu bizi” diye bir şarkı vardı. Sadece adı bir şey ifade ediyor şu anda bana. Başıma ördüğünüz çorapları, peşime taktığınız adamları, önlerime kazdığınız kuyuları hatırlatıyor. İnsan olan insanın gözlerimin içine bakıp nasıl “Keyfimi kaçırıyorsun” diyebildiği üstüne düşünmekle son bulacak bu fani ömrümde en azından üç beş gerçek gözüme parlasın istiyorum. Yahut istedim bir zamanlar. Ama bu içinde oturduğum bulut “umutsuzluk” değil. Adı üstünde “bulut” bu. Beyaz, pofuduk. Anlamışlığım, kabullenmişliğim belki. Sınavdan kötü not alan bir öğrencinin hocasından nefret edebileceğini artık ön görebilecek olmanın uyuşukluğu. Heyecan gittiğinde yerine huzur kalmaz ey insan. Ey sevgili yabancı. Hayır, huzur bir şeyden geriye kalan olamaz. Geriye ancak durgunluk kalır. “Peki, n’apalım...” kalır. “Bu sefer de böyle olsun” kalır. Bir şeyden geriye artık bir şeyin burada olmadığı kalır. Ben söylemiyorum, Edip Cansever söylüyor. “Ne kalır benden geriye / Benden sonrası kalır” diyor.

Kulaklarımı sonsuz olduğundan emin olduğum bu uğultuya kapamaya çalışma çaresizliği. Akşam akşam böyle tanımladım elimden gelen tek şeyi.
Ey iki muhatabım! Bilincimin alt bahçelerindeki zalim çocuklar! Hiç yüzünü görmediğim “sanal” gezginler.

Bak ne diyorum ey okur! Sonsuz bir uğultu diyorum. Senin mutlandığın dünyada. Aynı dünyadayız, kaçamazsın benden. Farkında olmasan bile “dünya” dediğinin tanımlarından biriyim. Görmezden gelme artık ben ve benim gibiler ihtimalini.
Ve siz zalim çocuklar! Size diyecek pek sözüm de yok aslında. Dedim ya, ses veresim geldi böyle. Hani bu tepindiğiniz çayırların hakkını aramayı öğrenememiş bir sahibi vardır, hatırlayın diye!

Bitiş cümlesi mi bulmalı. “Dağıldım.”
[Toparlanırım. Ama iş mi toparlanmak. ]

Aralık 07, 2010

Balıklar İki Oldu

Sevgili okurum,

Blogumda "Şapşal Balık" başlıklı bir bölüm var idi. Siyah bir balık, kendi hâlinde geziniyordu. Suyu vardı, mutluydu. Balık olmanın şanındandır mutluluk.

Fakat şimdi, ben onu insanın metaforu eyledim! Yanına yol arkadaşımın sembolü olan ikinci bir balık eklerken, "Bu eskisi de benim" dedim.

İsimleri neden "Hayal" ve "Acı" oldu? ("Hayal" de pek konsomatris adı gibi!) Bunu söylemenin gereği yok; yol arkadaşım ve benim gerçeğimizle ilgili. Çok zordur ki, bir başkasına tırıvırı gelmesin. Değil mi ki biz "insan"lar, kendi gerçeğimizin elaleme tırıvırı gelmesiyle ızdıraplandık şu hayatta? Adımız ondan "yalnız" oldu. Yanımızda yoklar diye değil ki.

Velhasıl, bekliyoruz yemlenmeyi. Biz sizin için hayal de kurar, acı da çekeriz. Yeter ki aç bırakmayın bizi.

Ayna Ne İşe Yarar?

Bilmiyor musun sanki?

Yansıtır
ve
Kırar.

Aralık 06, 2010

Kasım 22, 2010

“Çat” Diye Bir Ses Geliyor Bazen Kalbinden

Nedeni sorulmaz bazı şeylerin ey insan! Bunu biliyor olman lazımdı, bu yaşına kadar doğru düzgün yaşadıysan.

Sorulmaz. Çünkü bazı nedenler hiç de mühim değildir. Bazen sadece sesler mühimdir. Valla. Kalbim dediğin o kan topağından “Çat!” diye bir ses geldikten sonra, nedenmiş kimdenmiş konuşmaya hiç lüzum yoktur. Zihnin hızlıca sorular türetmeye başlar:

“Demek kırılan bir şeymiş bu ha? Umm”
“A ahh, kan mı şu saçılanlar? Aman Allah!”
“Haydaaa, pıt pıt diye de atmada hâlâ, he?”
“Peki şimdi ne olacak?”

İşte, bu son soru zorludur. Hakikaten, ne olacaktır şimdi ey insan? Hangi yara bantları, hangi güzel hatıralar, hangi umutlar, hangi vaadler koyacaktır o hassas taşları bir daha yerine? “Durup dururken...” dersin, “oldu mu hiç bu böyle...”

En çok ne zaman yalnızsındır, ve kalmalısındır da; bilir misin ey insan? İşte, bu şenlikli çatırtıyı duyduğun zaman! Şenliği, marifeti etrafa saçıldıkça kırıklığın; adam olup soracaksın: “Peki, şimdi ne olacak?”. Yanıt alamayacağın soruları sormanın lüzumuna ikna olmayı da zaten böyle böyle öğreneceksin. Buna ikna olduğun an hayatın kurtuldu demektir. Buna ikna olduğun an, o bahar dallarının bir daha açacak bahanesi bulundu demektir. Yanıt alamayacağın sorular sormanın lüzumuna ikna olduğun an, “Tamam!” demektir.

“Peki şimdi ne olacak?” sorusuna yanıt almamakla geçecek olan sonraki hayatında başka cevapsız sorular da arayacaksın! Senden gelen çatırtılar, olmayan cevapların yerine kulağında çın çın ötecek. Korkacaksın. Korkmak özünde var. Korkmak içinde var. Korkmak kaderin senin. Ama işte, o çatırtıyı duyana kadar bunu bilemedin.

Akşam akşam böyle oluyor işte bazen ey insan! Üzerine çok düşünülmemiş bir cümleden gelen bir karanlık rüzgâr, kırıyor içindeki dallardan en kafana yatanı! Uzadıkça, “Tamam ulan, budur” dediğin, kırılırsa boku yiyeceğini sezmekle terbiye olduğun, haşmetine şahit olsunlar diyerek de kırmızı çiçekle kapladığını... Cümledir bu nihayet, içinde “kelimeler” vardır; kelimeler anlamları gizler; anlamlar dünyalar bulandırır; biraz dikkatli olunmalı.

Akşam akşam olan her şeyde bir hayır ara ey insan! Aslında, her şeyde hayır ara, anneciğime bakarsan! Telefonda durup durup, titreye titreye “Nasılsın?” diyen annem; iyiyim ben. İyiyim de, az evvel garip bi’ ses geldi kalbimden!

Kasım 06, 2010

Amelie'ye Heveslenmekle Olmaz!


Günaydın sevgili okur!
Kafamın üzerindeki fotoğrafta Amelie Poulain'i görüyorsun. Hani filmini izlemiştin de mutluluğuna pek özenmiştin; kaşıkla sırıtık fotoğraf çektirip facebooka koymuştun ya, o işte. (Evet, ben bizzat yapmıştım o dediğimi!) Velhasıl, hani feci kıskanmıştın ya!

Bence kaçırdığın bir şey vardı! Mutluluğuna odaklandın evet, dedin ki ne de güzel modern Polyanna. Bak şimdi sevgili insan, o tam öyle bir şey değildi. Amelie'nin bir bakışı vardı dünyaya. Garip tesadüfler onun için anlamlıydı, hayatını yönetiyor / belirliyordu. Mmm, bir ilkesi vardı sanki başına gelen onca olayın ardarda gelişinin. Hah işte! Buna diyorum "anlam" diye. Amelie'yi Amelie yapan buydu ey insan! Kaşıkla sırıtması değildi. Aşkının peşinden koşması değildi. iyiliksever olması da değildi. Sırıtmak, aşkın peşinden koşmak ve dahi iyilikseverlik hep o "anlam" denen şeyle ilgiliydi.

Amelie'yi taklit ise niyetimiz, yaptıklarını yaparak olmaz. yapacaklarımıza bir neden bulmak lazım. Gökkuşağından el sallamayan renk bulmak lazım. Sadece bize görünecek, kimseye gösteremeyeceğimiz bir renk! İşte, bulmuşluğun mutluluğu ve gösteremeyişin acısı! her insanın "biricik"liğindeki sır. Amelie'nin fotoğrafıyla oynadım, kararttım biraz, ışığını üstünden çektim, aldım. Zira eminim ki, bu kadar parıltılı gülenin kafasında, bize asla söyleyemeyeceği bir sırrı vardır.

Güzel bir sabah bu sabah. Çünkü güzel olmasına karar verdim!

Not: Şşşt okur, kesinlikle kişisel gelişim kitapları söylemini kullanmıyorum / onaylamıyorum / sevmiyorum. Güzel olmasına karar vermek derken, "pozitif enerji"den değil, sadece sana ait olacak bir şeyden, kendi anlamını dünyaya yüklemenden söz ediyorum. Yol arkadaşım iyi bilir, "anlamını yanında taşımak" tabir etmiştim bir zaman, bir yerde. Yoksa kişisel gelişimin "bunu bunu yap" derken hepimizi aynı kefeye koyup formüller önerdiği ve benle taban tabana zıt bir düşünceyi savunduğu yeterince aşikardır, değil midir?

Kasım 02, 2010

"On İkiye Bir Var"dan


Sevgili insan, işte sana, okuduğumda içimin titrediği bir alıntı...


" An an'ı kovalıyor, an'lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba perşembeyi, perşembe cumayı sürüklüyor. Kasım, aralık oldu, aralık ocak, ocak şubat olacak. Şubat da mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru... Karşıda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz. Ah şu vapur bir dursa... İyisi, geri geri gitse... Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar. Gün kadranı perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, hâlden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa... Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi. "


Haldun Taner, "On İkiye Bir Var".

Ekim 26, 2010

Çizme'ye, Hem de Bu Yaz!



Çizmeye değil, Çizme'ye! Ehe, öyle değil midir, küçük bir kız çocuğuna İtalya?

Henüz uçak biletleri alınmadıysa da, hem kendimin hem de yol arkadaşımın -ehe! "yol arkadaşı"!- hayalgücüne güvendiğimden sevinçlen paylaşmak istiyorum senlen ey insan: Bu yaz İtalya'ya gideceğiz biz! Biz, zamanın çocuk ruhları! Evet evet, dünyanın binbir türlü hâli var, ama ben istiyorum ki dünyanın bu hâli gerçek olsun bu yaz: gidelim!

Giderken kendime mutlaka bir defter edineceğim! Bir İtalya günlüğü. Hatta yol arkadaşımla beraber yazsak, ne güzel olur. Evet, ne güzel olur, diye düşündüm şimdi. Sevgili yol arkadaşım, ne güzel olmaz mı? Başka bir dilin konuşulduğu bir yerde, başka insanlar içinde, başka nefesler alan ve aldığı nefesleri başka türlü bırakanlar üstüne yazmak.

Hatta dönerken oradan da bir defter almak istiyorum kendime! Bugünlerde defter beni çıldırtan bir şey olmaya başladı. Maaş günü Kadıköy'e gidip elimdekini avucumdakini deftere yatırmak korkusundayım! Hafif sarı, kaygan kağıtlı sayfaları olan bir defter aldım mesela geçenlerde. Bayıldım ona, çok sevdim. Kapağı kırmızı kadife kaplı. Ki, kırmızı kadife de ne muhteşem bir şeydir!

Google Earth'de dolaşıp Venedik, Pisa, Floransa, Roma, Milano filan görmek de güzel. Ama google'dan evvel de "earth" vardı ey insan! Ve dahi esas o güzeldir bana sorarsan! Google'dan evvelki earth'ün hayatı, bu kadim "planet"imizin esrarlı güzellikleri kulaklarımda bir uğultulu oldu şimdi: "Vuu!". Misal, şu fotoğraftaki "şey"i gördüğümde ne hissedeceğim bilmiyorum. Akıl sağlığım sevgili yol arkadaşıma emanet! Ehe, bir de bu var tabii, "bu fotoğraftaki şey" diyecek kadar yabancı olmak gideceğim yerlere. Olsun, alınsın da şu uçak biletleri bir, o zaman pek çok tatlı efsaneler öğrenilir, üşenilmez el yazısıyla güzel güzel sayfalara kaydedilir, azık diye çantalarda gezdirilir oralarda.

Saat sabahın dokuz buçuğu. Ofisten bildiriyorum. "Gidiyoruz" diyorum ey insan! Çizme'ye gidiyoruz, çocuk ruhlarımıza ve kardeş kalplerimize hatıralar gömmeye. Ayyyyy, ateş yakınca, dibindeki toprağa patates gömülürdü hani. O kadar sıcak, o kadar sihirli, o kadar zamandışı bir güzellik olacak bu. Çizme'ye gidiyoruz, yeni bir yön, dünyada mânâ arayan bulanık düşlerimize.

Ekim 13, 2010

Biz, O Şapşal Çocuklar, “Geleceğe Dönüş”te Ne Bulmuştuk Acaba?


Marty McFly ve Emmett Brown. Bu iki isim, biz şapşal çocuklar için hafızanın bir gizli bahçesidir ey insan! Yukarıdaki fotoğrafta gördüğün bu iki gerçek olmayan insan, bizi “zaman” deyince heyecanlanır hâllere sokup yapayalnız bıraktılar. Hani meşhur cümlesi var ya Yaşar Kemal’in: “O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler”. Heh! O işte. “At” ile Delorean yer değiştirmeli tabii. Acaba Yaşar Kemal’in cümlesindeki güzel insanlar da başka zamana mı gitti? Sorular var, görüyor musun ey insan. Gene sorular!

Biz bu bütün şapşal çocuklar, bugün bir şeye çok hayret ediyoruz. “Geleceğe Dönüş” filminin bu güzel insanları şimdi nerede, gibi bir merakın peşine düşünce gittiğimiz o her bir taşında buram buram sükunet kokan yolun sonu şuraya açılıyor: Yeniden geçmişe gittiler! Bir yolculuğa daha çıktılar! Esas zaman yolculuğu bu değil mi işte? Gerçek zaman yolculuğu? Zavallı insana bahşolunan, yahut henüz keşfedebildiği yegane zaman yolculuğu?

Emmett Brown’un hafızamda etrafa dalgın dalgın baktığı bir zaman olmuş olmalı. Belki aylar, belki de birkaç yıl. Bir hafızaya alışmak, bir hafızada yaşamaya çalışmak nasıldır? Bunu bilemem. Hiç kimsenin hafızasında yerim olmadığından değil, oralardakiler “ben” olmadığımdan böyle. Gerçeğimden el etek çekmiş, gerçeğimi bir kenara itmiş, gerçeğimle olanı tüketmiş çeşitli insanların hafızalarına birer tane kendim bıraktım elbet. Hepsine bir başka hayat verdi onlar da. Kimi çok zalim bu Arzuların, kimi çok aptal. Kimi kalpsiz, kimi uysal. Bazı Arzuların tek derdi hava yapmak, ama aralarında tüm iyi niyetiyle sadece sevenleri de var. Selam hepinize sevgili Arzular!

(Belki çoklu kişilik bozukluğu hiçbir zihne kendinden bırakamayınca husule geliyordur he? İçindeki bu herkes, bir gün mutlaka çıkmalıdır dışarı belki.)

Emmett Brown, diyordum! Zannediyorum bendeki Emmett Brown’ın bütün yaptığı geceler ve dahi gündüzler –Hafızada gece gündüz var mıdır ey insan? Bi’ bakınıp da söyler misin seni oraya yollasam?—boyunca deneyler yapıyordur. Etrafında gördüğü insanlarla konuşuyordur. Soruyordur: “Yıkılmak üzereyim, gerçekten zaman böyle bir şey mi?”. Kimi susuyordur, biliyorum. Çünkü o kimi zaten sadece susmuştur hep. Kimi her şeyi bildiğine kâni, “Evet ya!” demiştir, “Tam da böyle bir şey Doktor!”. Emmett Brown’u karşısında görmenin heyecanını bastırmaya çalıştığından ileri gelen acımasızlığı öyle bir zulmet olur ki, Doktor bu dünyaya baktığına, bakacağına, anlamak diye yıllar yılı kendini parçaladığına bin pişman olur. “Doktor,” der belki uzatır da, “Sen ne sanmıştın ki?”. Uzun ve kalp kırıcı tiradından çıkan mana, hayatta plutonyum bulmaktan daha çetin eşikler olduğudur. Sanki kendisi ilk eşikte kafasını çarpıp kan kaybından gitmemiş, hafızayı böyle boylamamıştır.

Marty’nin derdi Jennifer’ı özlemektir galiba. Ara sıra gözlerimi kapatıp hayal etsem de hatunu, ı ıh, yollayamıyorum hafızama! Bende bir Jennifer yok, olamıyor. Üzülüyorum Marty için. Hep olduğu gibi, Doktor bakarken o dalıp dalıp gidiyor. Doktor bir şey deneyecekse Marty ile deniyor: “Marty şu duvarı görüyor musun?”. “Ne duvarı Doktor?”. “Boşver,” diyor Doktor ve düşünmeye devam ediyor: “Deek bu hafıza denen şeyde herkesin algısı farklı birbirinden. Bunu kullanarak belki de…”.

Zorlu şeyler ey insan! Ah bu zaman yolculukları, geçmiş kuyusuna yavaaaaaaaş yavaş inmeler! Hayatlardan çıkmalar, hafızaya girmeler. Alışmalar, kaçışmalar, ölmeler, gömülmeler.

Annem çok sorardı abimle bana: “Gene mi bu film? Sıkılmıyor musunuz evladım!”. Umm. Anladın sen cevabımı kardeşim. Cümleye dökmen mühim değil, biliyorum ki pek de güzel anladın!

Ekim 12, 2010

Çağrı

‎"aaah küçücük gemi / dönmezsin bir daha geri / delisin" diyorsa sabahat akkiraz, elbet bir bildiği var. haydi insan, bırakalım bu toplumsal düzen ayaklarını! öyle bir hayat yapalım ki şu koskoca denizden, "hayat lan bu!" desin her gören!

Ekim 10, 2010

Başlamak İçin Hiç Geç Değil


Bazen önünde bir şey durur da, sürekli gözünü kaçırırsın ya. Önümde bir sınav var. Bütün yaz kaçırdığım gözlerim artık ister istemez kayıyor o tarafa. Yapmam gerekenler var ey insan!

Böyle ciddi bir şeye odaklanacakken her şeyi bırakıp gömülenler vardır. Ben hiç öyle değilim. Aksine, benim film de seyretmem, dışarı da çıkmam, kahve de içmem, arkadaşlarımı da görmem filan gerekir. Çalışmadığım zaman bunları da yapmam. Kapanırım, öylece dururum. Koca yaz gerçekten feci verimsiz geçti. Vicdanım damla damla akıyor artık gözlerimin önünde. Evet, evet. Kendimi yorgunluktan gebertesim var! Mesela geçen cuma bir oyun izlemiş olmama rağmen –rağmen diyorum, çok sık olmuyor her nedense bu- bir oyuna daha bilet aldım. Bu iyiye işaret. Bir yandan gözüm konser programlarında filan. Film indiriyorum, izlensin bu, diyerekten kendime. Epeydir dinlememi bekleyen birilerini dinlemeye başladım. “Tom Waits’e kulak alışmadan olmaz”: bugünün saptaması bu. Bi’ de bu Morrisey denen adamın sesi pek güzel. Yeşil kâğıda beyaz kalemle mektup yazmak da enteresanmış, ki canım Berna’ya yazdığım mektupları eski sıklığına döndürmek de planın bir parçası. Ve dahi bloga daha sık yazmak. Tüm bunlar yanına ilişince “çalışmak” eylemi lisede pek heveslendiğim şeye dönüşüyor yeniden. Okumayı yeni keşfetmiş gibi. Okumanın hayatla bağına odaklanarak. “Sınav var, nası geççem”le olmuyor. En azından kıçı kırık özgür ruhum için, bu hiç mümkün değil. Şapşal şapşal uyukluyorum elimde kitapla sonra!

Bu bir dert yanma değildi ey insan! Bilakis, mutlu mutlu yazdım. Bu bir “Ebe!” idi. Gel, oynayalım!

"Bugün Çok Soğuk"

"Bugün çok soğuk" cümlesinden ne anlıyorsun sevgili okur?

Soğukmuş. Ne zaman soğukmuş? Bugün. Öyle mi? Benim başlığımdaki öyle değil. Soğuk olan hava değil, bugün.

Zamanın soğuk olması nedir sevgili Arda, diyeceksin belki. Hatta çok da haklısın bu karşı çıkışında. Ben de soruyorum. "Zamanın soğuk olması nedir?". Soruyorum evet, cevabını da bilmiyorum.

Hissediyorum ama. Zaman, bazen soğuk oluyor. Üşüten bir şey olabiliyor. "Rrrr" diyorsun, dişlerin birbirine çarpıyor. O kadar hızlı geçiyor ki, sırtından içeri daha evvel sana doğru esen hiçbir rüzgâra benzetemediğin çetin bir rüzgâr giriyor. Hasbıhale kalkışsan, "Zamanın soğuk olması nedir, sevgili Arda" deniyor.

Bazen de geçmiyor, doğru. Ama bugün böyle işte. Bu sabah bi kalktım, sırtımda bir uğultu. Gözümü kırpmamaya, kırparsam açmamaya gayret ettim. Olmadı. Bu yazdığımı bitirdiğimde şak diye Aralık gelecek sanki. Gelmemesi gereken Aralık. Bir Aralık'ın neden gelmemesi gerekir? Çünkü bir Arda'nın ondan yana korkuları vardır.

Ekim 06, 2010

Tanpınar'ın Gözünün Yağı

Ey insan!

Ahmet Hamdi Tanpınar ne şahane adam. Değil mi? "Yaşadığım Gibi" kitabındaki bir yazısına dikkatimi çeken çok sevgili iş arkadaşım sayesinde az evvel tanıştığım şu cânım cümlesini sana okuyasım geldi! Dostoyevski ile tanıştığı zamanı anlatırken diyor ki(Farz et ki okuyorum. Öhöm Öhöm! ) :

"İnsan ızdırabıyla temasın sıcaklığı her sahifede sanki kabuğumu çatlatacak şekilde beni genişletiyordu"

Demek ki neymiş, insanı genişleten şey, eğitim ordumuzun ezberlettiği "bilgi yığını" değil de, "insan ızdırabına temas"mış. İnsanı anlamakmış, hadi bilemedin, anlamaya çalışmak!
Aaaaaah ah. Bazen bu kuşlar uçuyor be.


(Cemal Süreya'nın "Hayat kısa, kuşlar uçuyor" dizesiyle kavga etmiştim de geçen gün. Şöyle demiştim: "Hayat kısa filan değil, neredeyse sonsuz. Ve kuş mudur ne boktur. Uçtuğu falan yok onun da". Şimdi işte Tanpınar dünyanın bütün güzel kuşlarını serbest bıraktı nazarımda. Bir anlığına da olsa. Hoş, bir andan fazla süren ne var zamanda?)

Ekim 04, 2010

Neden Şimdi Böyle Bu Akşam



Coşkun Sabah vardı ey insan! Ud çalardı. Sanki hep benzer şarkıları vardı.

"Haberin var mııııığ / Seni çok sevdiğiiiimdeeeeen"

"Anılaaaaaağr / Anılaaağğrrr / Şimdi gözümde canlandılaaar"


Bu ikisi geliyor hemen aklıma, ama daha vardı. Aynı melodiye yazdığı başka başka sözleri sonsuza kadar söyleyecek mitolojik bir kahraman gibiydi Coşkun. Elinde uduyla kafa sallaması, bir manada dünyanın devam ettiğine işaretti. Her şey yolundaydı. Demek hâlâ kederimiz hayattaydı; hâlâ ceplerimizdeydi utangaç ellerimiz: Coşkun Sabah televizyonda!


26 senemin bütün hatırâtı gibi, Coşkun Sabah anısı da zihnimde zırıl zırıl ağlamada bu akşam. Bazı zaman oluyor, bazı karışık işler icabı solması şart olan hatıralarımız boğazımıza takılıyor. Bilgisayarımdaki doksanlar klasörünün mana ve ehemmiyetine asla ikna edemeyeceğim seni ey insanlık! Dünya yüzünde başka hiçbir şarkıda olmayan ilhamı buradan gelir "Bum Bum Bum"un. Ve dahi, nicelerinin.

Hoş, kimisi çok barışık geçmişle. Ama ben değilim. Sanki, zorla çektiler aldılar ellerimden! Sanki, herkesin çocukluğu bir köşede saklanmış da, benim ölü çocukluğum yüzüme vurulmasın diye çaktırmıyor yaşadığını. Bir hain oyun üzre ben, büyüdük sanıyorum. Sanki ben, ey insan, çok fena oyuna geliyorum!

Ummm. Anlamıyorsun.

Eylül 29, 2010

Kirpi İçin Diken Takviyesi

Bu ucu sivri kürdanlar oluyor ya, onlardan bulmak lazımdır kirpi. Sok onlardan birkaç tane sırtına, sökülen dikenlerden kalan boşluklarına, bak bakalım “Artık kirpi sayılmazsın” diyebilecekler mi hâlâ sana?

-Onlara “dikenlerden kalan boşluk” denmez. Yara denir Arda.
-Hadi ordan! Sözümü de kesme bir daha.

Mesele büyük ölçüde dikenleri yerli yerinde tutmak olduğundan, gerisi sandığın kadar zor olmayacak zaten. Ara sıra kaşındıkça çaktırmadan bir yerlere hafif hafif sürtüvereceksin sırtını, hepsi hepsi o olacak. Sonra göreceksin, yeni bir hayatın kapıları, yeni bir kirpilik imkânı en güzel renkleriyle arz-ı endam edecek önünde. İyi oldu bu kürdanları bulduğumuz. Bakma bana öyle.

-Sen inanıyor musun şu söylediğine?
-İnanıyorum kirpi. Sen de inanacaksın. Her şey geçtiği gün, gökyüzüne biraz daha dikkatli bakacak, “Mavi diye bir şey hakikaten de varmış” diyeceksin. Bu, senin kurtuluşun olacak.
-Her şey geçtiği gün mü? Her şey bir günde geçmez.
-Biliyorum. Ama sen bir gün farkedersin. Yaranın iyileşmesini takip edemezsin. Bir gün onu yerinde bulamadığında “iyileştim” dersin sadece.
-Son derece aptalca. Benim bir yaram varsa, gözüm hep ordadır.
-Bazıları senin gibidir, haklısın. Sizde de durum çok farklı sayılmaz. Ne zaman ki yaraya bakmaktan yorulup iyileşmesinden ümidi kesiyorsunuz, gözlerinizi ayırıyorsunuz ondan; işte iyileşmeniz o zaman başlıyor. Gerisi aynı süreç. Bir gün bakıyorsunuz, yara mara yok.
-Sıkıldım, defol.
-Sırtın ne alemde?
-Sırtım?
-Hı hım.
-A-aa.
-A-aa. Bu kadar mı? Bir yara iyileştiğinde “a-aa” mı dersin sen?
-Defol dedim sana!
-Hadi kirpi, uzatma. İyileştğini itiraf etmek zorundasın. Yara olmadan da yapabilirsin.
-Yapamam.
-Neyi?
-Hiç bir şeyi yapamam. Bir yaram yoksa kirpi bile sayılmam.
-Dikenin olduğu sürece kirpisin. Bu böyle.

Artık beni duymuyorsun, biliyorum. Gene derin uyuyorsun. Ne zaman bir gerçeği yakından görsen kirpi, derin derin uyuyorsun. Sonra bu şapşal uykulardan pembe rüyalar, olmadı kabuslar umuyorsun. Hiçbir rüya gerçek bir uyku yoksa uğramaz yakına. O senin düştüğün kuyuya uyku denmez. “Kuyu” denir geçilir. Beni duyduğundan da adım gibi eminim.

Kirpi!

Şşt!

Eylül 22, 2010

"Close the World, Open the Next"

Evvelce bahsetmiş idim, rastgele görsel arama merakımdan. Verimli bir şey, tavsiye ederim. Yazın rastgele bir sözcük, çıkanları seyredin.

Aşağıda gördüğünüz güzelimi de "aha" böyle buldum. Nedir, hiçbir fikrim yok. Fakat zaten bendenizce mühim olan kimin ona ne anlam yüklediğinden çok ona rastlamak. Safi, "ona". Anlamıyla doldurulmuş her "o" için, "ona rastlama" merasiminin heyecanını büyük ölçüde kaybettiğini söyleyebilirim. "Bak evladım, buna bilmemne derler". I ıh! Tercihim hep şudur: "Auğ! Bağğğk!". Efem, buradaki yumuşak g'ler heyecandan ağızdan akan salyalara denktir. İşte, kulağa çok da hoş gelmeyebilecek olan bu salyalı "Baaağğğğğk" bence "müdhiş"tir. ["Müthiş" kelimesinin Arapça esası budur ve "dehşet" kelimesinden türemiş bulunmaktadır."Dehşetli", "dehşete düşüren","dehşet veren" manasındadır. Üstelik bana kalırsa bu söylenişi daha şıktır. Ve dahi hiç de kullandığımız gibi, "şahane" demek olmaması akıl açıcıdır. Akıl açmak. Ahaha. Zihin açmaktan başka bir şey bu bak! Akıl daha metodik, daha kuru bir şey sanki.Öyle işte. Bu "öyle işte" de ne hüzünlüdür be!]

Şimdiiiiiğ! Bahsettiğim anlamda "müdhiş" bir şey olarak, kimin neden yaptığını, tasarladığını filan bilmediğim, bana kaderimin en leziz oyunlarından bir adedi olarak karşımda beliren bu "şey"i gör sen de. Gör gör. Sonra ben sana bu sloganın ne düşündürdüğünü anlatayım. Ama sen bu anlattığımı "Arda'nın saçması" diyerek oku; "bu şeyin manası budur kardeşim" diye miniltme kendi zihnini. ["Zihin miniltmek"! Pek sevdim.]


"Close the world, open the next". Çevirilecek olsa, mesela... Hatta çevirmek değil de, sündürülecek olsa... Negzel olmaz mı.

- "Dünyayı kapat, sıradakini / sonrakini aç!" [En dümdüzü. E, tabii ki en bana uzağı. Huhağ!]

- "Kapa dünyayı, kapa ki sonraki açılsın!" ["So" filan geçmiyor, farkındayım. Olsun, hayal ediyorum. Kötü mü ediyorum.]

- "Ört bunu, dünya mı bu; ötekini açalım!" [Burada özgür ruh devreye giriyor. Cümle sadece bir çağrışımın tetikçisi oluyor. Nedir yani, ölüm mü var ucunda. Devam. Hatta bilakis, durmanın ucunda ölüm var. Durmak beklemek demek çünkü. Bekleme ey insan! Ölümden başkası gelmeyecek evine.]

- "Kapa bu dünya dediğin kapıyı; ötekini, adını bilmediğini aç!"

- "Dünyayı örtersen, ötekiler açılır" [Naif bir şey. Sevdim sanki. Dünya olmayan bir yerler, oraların kapıları. İşte, hayal seni götürüyor. Git peşinden ey insan!]

- "Kapanınca bu dünya, sıradaki açılır" [Emir kipinin ebesine selamlar! =)]

- "Kapayacaksın bu dünyayı, ki o bir kapı değildir; açacaksın ötekini, açacaksın, nefes almak iyidir" [Burası, okurcağızımın "Ovha!" diyeceği noktadır. Ne olur ki cancağızım, sohbetteyiz şurada.]

Uzayabilir... Bir beyin fırtınası yaptım. On-on beş dakikada esenler bunlar idi. Arda'nın saçması, demiştim değil mi? =)

Sevgili okurum, bir de neyi seviyorum biliyor musun? Tanımadığım sen, şu klavye takırtılarını aslında duymuyorsun ya. Beni hiç görmedin ya. Ama kurduğum hayalden haberin var, dünyaya bakınca gözüme görünen hayaleti anlatıyorum sana. İşte bu. Bu var ya. Ölüyü diriltir! Birinin öldürdüğünü, bu diriltir. Birileri vardır ki, öldürür birilerini. Ama bu dünya hayaletleri, sen(ler)i çıkarır ölülerin karşısına ve şöyle seslenir: "Bir kere öldün diye bitti mis andın dünya! Ey ölü, daha çok ölecek ve daha çok geri geleceksin. Kapat o öldüğün dünyayı, aç sıradakini!". Aha, seninle münasebetime de uydu bu slogan, geldi yapıştı.

İyidir, iyi. Çok da büyük ölmemek lazım.

Eylül 14, 2010

14 Eylül Niye Bayram Değil, Değil mi Ama?


Kime ne sıklıkla bayram olduğu pek dert edindiğim bir şey değil. Bazıları için bu sıklık göz alıcı bir hâle gelebiliyormuş rivayete göre; her gün filan olabiliyormuş mesela. Oha. O şanslı azınlıktan olmadığımıza göre, çok sevgili bu konuda kader arkadaşı olduğumu tahmin ettiğim okurlarım, kendimize bayram yapmak ferahına ermeye de herhalde hakkımız olsa gerektir. Daha birkaç gün önce bir bayram yakınımızdan geçti; ancak gönüllüsü meraklısı öyle çoktu ki birer "uzak yanak"la geldi geçti.

[Uzak Yanak: Bayramlarda komşu ve uzak akraba efradınca layık bulunduğumuz, sevgi ile ne alakası olduğunu bir türlü çözemediğimiz eylem. Öpecekmiş hissiyatı yaratılarak insana yaklaşılıp yanak yanağa bakacak bir yön tayin edildikten gayrı puf diye uçup gitmektir. Diyorum ya, ne manaya gelir Allah bilir.]

14'ün benimçün manasını bilirsin. En azından bir blog açınca adını "14" koymuşluğumdan sezersin bunu. Eylül ayına karşı zaafımı da evvelce dile getirmiştim. Eh, şimdi ben bir bayram uyduracak olsam belki adını bulamam fakat tarihi nettir, muhakkaktır: 14 Eylül!

Adı herhangi bir şey olmayan bu bayramda planım nedir? Mis kokulu kahve, Charlie Kaufman'ın (doğru yazdım mı ki acaba ki) son filmi, kalan son karanfilli sigaram, derin uyku. Ha, bunlar hiç yapmadığım şeyler midir? Önemli değil ki. Bunlar, "Bugün benim bayramımdır" diyerek hiç yapmadığım şeylerdir, sen ona bak.

Hadi, sen de yap!

Eylül 10, 2010

Uçuşa Geçelim mi Ey İnsan!

Bir kamuoyu yoklaması istiyorum. Olmuş mu yeni blog resmi? Olmuş mu renk, menk, vs. ?

Eylül 03, 2010

Kanlıca: Yoğurt, Pudra Şekeri ve Sezen Aksu

İstanbul'a taşınalı iki yılı geçti. Dün ilk kez boğaz vapuruna bindim. O neydi öyle ya! Çıldırdım ey insan. Dur bi' dinle, anlatıcam.

Kanlıca'ya gittim. Bir saat filan süren bir yolculuk. Eminönü-Beşiktaş-Bilmemnere(gelmedi adı aklıma bi türlü, kim bakıcak şehir hatları şeyine de şimdi)-Beylerbeyi-Çengelköy-Anadolu Hisarı (Rumeli karşısında pek sönük, hayallerim yıkıldı)-Kanlıca şeklinde bir hat. Ankara'dan çocukluğumun şahidi bir arkadaşım* geldi. Aldık yanımıza 17 seneyi de, bindik vapura. İndik Kanlıca'da.

[*"Dost" kelimesi beni hep uyuz etmiştir. Hele tanışık olduğunuz zaman üzerinden yahut hakkında bildiğin sır sayısından hareketle "arkadaş" / "dost" gibi, dünyanın manasına yakın durduğunu zannettiği bir ayrıma yönelen insana topuzla vurmak isterim hep. Aşağıda bir topuz görüyoruz.]


Neyse, indik işte Kanlıca'da. Sonrası benim nazarımda iki kısma ayrıldı. Sezen Aksu meselesi ve yoğurt. Hava karardığı için iskeleden pek uzağa gidemedik, türlü maceralarımız olmadı. Ben sana şimdi zihnimin içindeki macerayı aksettireceğim.


Kısım 1: Sezen

"Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bi' taşa / Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar'a doğru"

diyordu Sezen Aksu. Kulağımıza gelmiştir ki kendisi Kanlıca'da bir yalıda ikamet etmektedir. Yani muhtemelen, Kanlıca'da yaşayan "kime sorsan gösterir". Neden Sezen Aksu'nun evine gitmek istersin, neden sorarsın o soruyu bilemem. Nedense bana her genç kız Kanlıca'ya ayak bastığında, eğer Sezen'in oralarda olduğundan haberi varsa bu hayali kurar gibi geliyor. Gitsem, kahve yapsa bana. N'olur yani, ölür mü? "Kurşuni Renkler"i söylese sonra. Çok güzeldir o, bilir misin ey insan?

"Bir sabah saçlarını okşayıp da rüzgâr
İzlerini silip de gidecek beyaz beyaz
Ve güneş, aynaya baktığında
Çizgilerden yeni bir yüz gösterecek, üzülerek biraz"

falan diyen bir şarkı. Bana bir kahve yapsa Sezen, bu sözleri de bir mırıldansa... Mutlu olurum be! Evet olurum. Ama yapmaz ki. Yapmıyor diye üzülmem ama, bak orada mühim bir detay var sevgili insan! Seni mutlu edecek şeyin yokluğuna üzülmezsin. Zira yokluğu sıkıntı yaratan şey, "ihtiyaç"tır. Ve ihtiyaç karşılandığında "mutluluk" gibi ekstra bir şey husule gelmez. Lazım olmadığı halde orta yere lap diye düşen, ışıl ışıl yanan bir güzellik mutlu edebilir ancak. Diyebilir misin ki Sezen'in bana kahve yapması ihtiyacımdır? Cık! Peki diyebilir misin ki öğle yemeği yediğimde mutlanacağım? Cık! Anladın işte, onu diyorum.

Hehe. Bir de Sezen Aksu'ya "Sezen" demek vardır. Niye bu kadar yaygın bir eğilimdir, enteresan.

Kısım 2: Yoğurt

Sezen'de kahve içmekten umudu kestiysen, turistik meraklar üzre kafayı yoğurda takabilirsin. İskeledeki Çınaraltı çay bahçesinde var mesela. Küçük kaplarda yanında pudra şekeriyle getiriyolar. Yan tarafta bi' büfe var. Boy boy boş yoğurt kaplarından "adam" yapmışlar. İlginç olmuş. Bi' daha gidersem fotoğrafını çekicem. Yoğurt kaplarının altlı üstlü filan dizilmesiyle oluşmuş bir adamın ellerinde büyük yoğurt kaplarının asılı durması da garipti. "Yoğurt taşıyan bir adam yapalım. Ama yoğurt kabından". Kanlıcalılar yoğurt seviyorlar. Buradan bu çıkıyor.

Arkadaşım, yoğurt istemedi. Sevmem zaten pek, dedi. Ben de sevmem pek ama "Kanlıca'da yoğurt yemiş olmak" etiketini kafama yapıştırmak istediğimi söyledim. Aptalca buldu. N'apim, dedim, bu da bir bakış. Hattızatında, yoğurdu hep tuzlu yerdim küçükken. Şekerli yiyenlere de tiksinerek bakardım. Artık adı nedir bilemem ama "Kanlıca'da yoğurt yemiş olmayı" nedense önemsedim. Birilerince tanımlı "yaşamak"a bir yakından bakma telaşı sanırım. Vardır ya, "mutlaka görülmesi gereken yerler". Hani, ben kendi başıma denedim, baktım baktım çok matah bir dünya göremedim. Bi' de Kanlıca yoğurdu, Şile bezi, Susurluk ayranı*, Ayvalık tostu falan gbi embesil dünyayı içşelleştirme yöntemlerine yönelelim. Amaaaan şaka şaka! Yoğurt yemekle de ruhunu satmış sayılmazsın canım, abarttım biraz. (Yine de haklılık payımı gözet rica ederim!)

[*Susurluk'ta içtim. "Kendi yerinde". İğrençti. İstanbul'da her yerde daha güzeli var. Bi' bakıma çöktü yöntemin narin duvarlarından biri. Oh, canıma değsin!]

Sonuç:

Öyle yani.

[Komiklik olsun diye değil. "Öyle yani", metne seni yeniden gönderen, bir döngü yaratan bir ifadedir. Dikkat! "Öyle" dediğin metindir.]

Ağustos 30, 2010

Eylülü Karşılama Komitesi



Daha evvelki bir yazıda bahsettiğim kırmızı başucu sürahim bardağıyla beraber kırıldı ey insan! Birkaç gün evvel "şangııırr!" diye indi yere durup dururken. Bir nazarı götürdü belki üstümden. Belki sadece kırılmak gelmişti içinden.

Şimdi ben bir eylüle bu "kırgınlık"la başlıyorum. Artık bir kırmızı başucu sürahim yok. Ama artık bir kırmızı başucu sürahisi anısı var içimde. Kendisinden güzeldir bence birçok şeyin anısı. Zihin içi duvarlarında asılı bu resimler değil mi beni bir gün "büyük" yapacak. Büyümek evet, o da bir umut. Her eylül içime dolan umut. Sonra yaşlandım hissine yerini bırakıyor, olsun, uğruyor ya!

Elimde kahvem, ferah mı ferah yeni ofisimde bir yeni yıla giriyorum bugün. Kahve kokusu, bir bambaşka gün ışığı gibi ciğerlerime yayılıyor. Benim yıllarım, eylüllerde başlıyor ey insan! Benim adım her yıl eylülde yeniden konuyor. Bu yıl benim adım Arda. Babam başka bir kelimeyi seçmişti 28 yıl evvel oysa.

Mutlu yıllar ey insan! Düşen yapraklarla başlayacak bir kere daha hayatımız.

Ağustos 27, 2010

Kirpi İçin


1.
"ben korkağım" dedi kirpi. "korkak olacağımı önceden pek iyi bilen tanrı-herşeyi bildiği gibi tıpkı- bana bu dikenleri verdi. uçları ne güzel, sivri sivri. siz dikensiz hayvanlar, zannedersiniz ki diken sadece batar. sadece battığına acı verir. hemen size sırtımı göstereyim o zaman. şu üstü yara bağlamış yarıktan başka kaç delik var orda? sayamazsın? çünkü senin sadece matematiğin var. biliyor musun, matematik bazı şeyleri saymana yetmez. kendinle bu kadar övünüyorsan, dünyaya birşey de vermelisin. korkmuyorsun madem, buralardan gitmeden ruha da bir matematik kurmalı; her bir tanıdığına öğretmeli, hem toprağa hem suya derin nefesler çekip üflemelisin bu matematiği. o yarıktan sızan kanla yapamadığım şeyi, sen bu matematikle yapabileceksin ümid ederim ki.

hayatımda defalarca diken batırdım-inşallah bir gün sen de sayacaksın. Pek çoğunda yalnız, birisinde aşıktım. yalnızken gördüğüm karanlık rüyalardan sonra önüme çıkan zavallı hayvanlara batırmaya kalkıştığım dikenlerim- ah o kadar acemiydim ki- koptu çıktı yerinden. hayvancağızlar, çekti çıkardı hemen onları batırdığım yerlerinden. ama delik, kaldı öylece; bende de onlarda da. gelgelelim, aşıkken olan biten bambaşka rüya oldu başıma. "seviyorum seni" dedi. "ben de" diyecektim, yanaştım. biraz daha yanaştım. utanıyorum şimdi ama, sevişiriz belki diye de geçti aklımdan. az daha yanaşınca, belki üç belki beş belki sonsuz diken saplandı göğsüne. yazık, çok korktu, çok alındı, çok öldü öyle. ben ne yaptığımı bilmez, çekildim hızlıca, o batanlar da koptu geldi zaten sırtımdan. koca bir yarık. zaman zaman kanatayım da aşkı anlayayım diye kaldı sırtımda. bak. kalmış mı? kalmış."

sonra kirpi yavaş yavaş uzaklaştı. yaşadığı yere gitti. kirpileri tanımayan dikensiz hayvanların adını bile bilmediği yere. “zaten” diye geçiyordu aklından da, “burası yaşamak için. adını bilmek sadece kafasının ne işe yaradığını bilmeyen dikensiz hayvanlar içindir.”

2.
kirpi-korkak- bir sabah uyandığında gördüğü dünyanın bir evvelki gün gördüğü ile tamamıyle aynı olduğunu fark etti. şimdiye dek hep yeni sabahlara, başka güneşlere, daha iyi insanların attıkları çöplerle yahut daha kötü zamanların estirdiği rüzgarlara uyanmıştı. şimdiye dek hep ve mutlaka en az bir şey değişmişti. haldır huldur, ama değişmişti. kirpi-korkak, evet- her zaman bu değişmenin dünyanın kaderi olduğunu düşünmüş, umudu olabileceğine de inanmıştı. acziyetin bu garip kılığında nasıl bir yaşam sürülür ise, kirpi de işte o civarda bir sükunet içinde, aşağı yukarı o kadar bir kıpırtıyla ayaklarını yere basıyor, dikenlerini dik tutmaya gayretleniyordu. oluyor muydu? elbette olmuyordu.


açtı gözünü, bir de baktı ki, bu uyandığı dünya tamamen aynı idi bir öncekiyle. takvim başka bir günü gösteriyordu, göğün rengi nispeten daha karanlıktı filan ama nihayet evvelce değiştiğine şahitlik ettiği ve ancak böyle “yaşıyorum ben” dediği o şeyler bu kez değişmemişti. değişseydi keşke. bari kötüye filan gitseydi. ama vakit, tarihin en büyük kazığının vaktiydi belli ki. zaman, akmam demişti.

niye buydu ki yol, öyle değil mi? niye buralara gelmişti. dolambaçlar dolambaçlar dolambaçlar, hiç yoktan mı sıraya dizilmişti.

3.
birazdan birisi bir kirpinin üzerine basacak. dünya değişmeyecek. zaten dünya şimdiye dek hiç değişmediği gibi, bundan sonra değişmek için de bir kirpinin üzerine basılmasını beklemedi. dikenlerin ezilirken çıkardığı sesin ya da diplerinden sızacak üç dört damla kanın neye yarayacağını ben bilemem. ama sen birazdan şunu iyi anlayacaksın ki bir kirpinin ezilmesinde senin için ve benim için bir anlam var. senle beni burada karşılaştıranın, çakıştıranın, yüzyüze bırakıp kara kara düşündürenin ne olduğunu bilmene de az kaldı. bir şeyi aklında iyi tutmalısın. eğer bir gün sana “onu neden öldürdün” derlerse, “sen o kirpinin üzerine neden bastın” de. her bir kirpi için bir cinayet işlemeye hakkımız var. ne bundan, ne de cinayet derken ne kastettiğimden şüpheye düş. cinayet derken o karanlık gecelerde başına geleni değil, onların her gün aydınlıklar içinde hep yeniden gördükleri şekerli şeyi kastediyorum. aynana bakmak için acele et, hatta koş. şimdi senin içinden oraya aksediyorum.

Ağustos 25, 2010

Dersi Önüne Bakarak Takip Eden -Çünkü Duyduğu Her Şey Üstüne Sıkıntılı Sıkıntılı, Derin Derin Düşünen-Holden İçin

Edip Cansever

NE GELİR ELİMİZDEN İNSAN OLMAKTAN BAŞKA

1.


ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey ! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor
avuçlarım"
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park
bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi
sallanaraktan

bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda
aranan
korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe
ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan
olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla

kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza
örneğin bir kahve falı ? az müzik ? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım
ayrıca
- dört kişiyiz!
- hayır on!.
- bin kişiyiz!
- bana kalırsa..
ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir
unutulmaya
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz ? ne tuhaf biraz
anlıyorum

- üç karo!
- pas diyorum!
- susalım baylar, dört kupa!
ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz ? susalım!
susalım-niye susalım-anılar mı dediniz ? ne sesli bir
vuruşma!
ya sonra ? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla.. yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum-sahi mi- ama isterseniz siz olun
siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza
yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
gibi oyalansanıza
biraz oyalansanıza.

bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka

ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda

kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanla

Umm

1.

Sen hayali kurmazsın ki, hayal seni kurar.
"Sen" diye bir şey varsa, onun elinden çıkar.


2.

"Düş" neyin eş anlamlısıdır ey insan? Hayalin mi, rüyanın mı? İkisi o kadar ayrı şeyler ki. Dikkat et, ikisi için de kullanıyorsun.

Ağustos 23, 2010

Dünyanın Kapıları

sana diyorum "sakin", bi' sıfatım olsana.
ve sen, ey heyecan, azcık rahat dursana!


[dünyanın kapıları önünde zıplamaktan yorulmak. anlamak ki, o kapılardan kimisi, içeriye girmek içindir.]

Ağustos 18, 2010

Anagram Bookshop



Google'da gezmenin bin türlü yolu var. Benim en bayıldığım yolu aklıma gelen bir kelimeyi yazıp görsellere bakmak. İşte bir gün... Ehehe.

"Anagram" yazdım. Ne bileyim aklıma öyle geldi işte. Birkaç grafik tasarım şahanesi gördüm ve üstüne gittim. Meğersem Prag'daki bir kitapçının reklamı imiş efem bunlar. "Anagram Bookshop".

İşte size bu resimleri göstereyim istedim. Her birinin üzerindeki slogana dikkat: "Words creates worlds". (Kelimeler dünyalar yaratır)






(Şahsi favorim bu sonuncusu. Vahovv!)

Ağustos 15, 2010

Annemle Babamın İstanbul Hakkındaki Görüşleri



Yıllık iznimin ikinci pörçüğünü yine Ankara'da geçirdim. Yine İstanbul kötülendi, ben dinledim. Yine bir yerden sonra patladım, delirdim.

- Kızım çok kalabalık yaaaaa. (Annem)
- Sen bizi sevmiyorsun zaten, kaçacak delik arıyorsun. (Babam)
- Yavrum güzel şehir, gezmeye güzel ama. Yaşanmaz. (Hemfikir oldukları ender noktalardan biri.)
- Bak bak, gördün mü gene büsssürü hırsızlık bilmem ne. Cık cık cık. (Babam)
- Yavrum sakın sıcak filan diye camların açık yatma. Sakın ha yavrum. Sabah kalk duş al sıcaksa. Canından kıymetli değil. (Annem. Ki nasıl bir zihin akışıdır, acayip. helal valla. Serinlemek ve can güvenliği dünya tarihinin herhangi bir noktasında karşılaştırılmış mıdır ki evvelce?)


Maaan. Daha uzar ama esas söyleyeceğim şu: Anlamadığınız şudur sayın ebeveynim. O bahsettiğiniz tüm kötü şeylerin içinde ben de varım. İki yıldır varım. O TV.de gördüğünüz şey, biraz da benim. Ben, artık istanbul'da bir parçayım. O kalabalık var ya, gürültü. Hah. Beni görmek isterseniz ona bir iyice bakın.

Mut-lu-luk budur ey insan. "Ben buraya aitim" diyebilmek.

Merhaba yeniden. Back in town.

Ağustos 06, 2010

Hocama Mektup

Mektup seviyorum. Daha önce bundan söz etmiştim sana ey okur. Gün içinde usb bellek içerisinde bir şey buldum. Sana onu göstericem. Bir hocamız geçen dönem, eğitim sistemi ile ilgili eleştirilerimizi merak ettiğinden bir ödev vermişti. Eğitim hayatınızı anlatan bir mektup yazın bana, demişti. Neden mektup olarak istedi, bilemiyorum. Yazmıştık işte. Hoca bunları topladıktan sonra okumadı. Biri okusun istedim ben de. Bir şey söylemeye çalıştıysam ve kimse dinlemediyse, yahut anlamadıysa rüyada haykırıp bir türlü ses çıkaramadığım zamanki gibi hissediyorum.




Değerli Hocam,

Yirmi birinci yılında bir eğitim hayatı için söylenecek pek çok şey vardır elbet. Yirmi bir yıl boyunca karşılaştığım, keşfettiğim, maruz kaldığım binlerce şey var, pek çok deneyim. Bana kalırsa tüm bunlardan hareket ederek eğitim ile ilgili eleştiri getirilecekse, bu iki türlü yapılabilir. Birincisi Türkiyedeki eğitim sistemine yönelik, işletilen kurallar temelinde ortaya konacak eleştiriler iken ikincisi tamamen bahtımın rüzgârınca şekillendirilen kendi eğitim sürecim ile ilgili çeşitli durumlar olacaktır. Bilhassa bu ikinci boyut bana kalırsa bir insan için çok daha düşündürücü ve öğreticidir. Türkiyedeki eğitim sisteminin yaratıcı düşünceyi geliştirmeye yönelik olmadığı hep konuşulur mesela; ya da son yılların gözde meselesi üniversiteye giriş. Bunlar ve daha pek çok durum için söylenecekler vardır. Ancak inandığım odur ki, benim bunları dile getirmem zaten konuşulan, dillere pelesenk olmuş beylik lafları tekrarlamak demek olabilir. Madem eğitim sistemini ezberci buluyoruz, evet ben de buluyorum, o zaman ben en azından eğitim sisteminden söz ederken çelişkiye düşmemeli, kalıp sözleri yinelememeliyim. Kendi deneyimimden hareket edip tek bir an bile söz konusu olsa, onun anlamını yahut anlamsızlığını tartışmalıyım.

Eğitim sürecinin ailede başladığı malum. Yedi yaşında bir çocuk okula ilk gittiği gün, çantasında kitaplarından abaküsünden ya da kalem kutusundan başka, bazı ön yargılar ve alışkanlıklar taşıyor. Evinde bir kütüphane olan çocukla, üçten fazla kitabı okul kütüphanesinde ilk kez bir arada görecek çocuğun aynı ruh haliyle okula gitmesi olanaksız. Ama yine de okulun rolü bu ufak ön yargıları neredeyse hiç düzeyine indirecek ölçüde. Yaşadıklarım bunu gösterdi, bunu öğretti bana.

İlkokula, okumayı bilerek başladım. Bu ne kadar iyi bir şeydi bilemiyorum. Komşunun çocuğunu kıskandım diye annem müthiş bir çabayla okumayı öğretmişti bana. Oldukça ironiktir ki annem ilkokul mezunu ve hâlâ okurken tekliyor. Bana okumayı nasıl öğrettiğini zerre kadar hatırlayamıyorum. Bunun, annem gibi bir insanın hayatındaki en büyük başarılardan ve özverilerden biri olduğuna inanıyorum.

Yarım adım da olsa ileride başladığım ilkokul yaşamında iyi bir öğrenci oldum. Çok kitap okudum mesela. Notlarım genellikle iyiydi. Ne zaman ki dördüncü sınıfta bir yıl boyunca bize aile albümlerini gösterecek bir öğretmene düşeceğim okula naklimi yaptırdık, o zaman benim için pek çok şey değişti. Hâlâ Türkiye’de, hâlâ devlet okulundaydım. Söze başlarken bahsettiğim ilk ölçüt açısından koşullarda bir değişiklik yoktu. Aynı eğitim sistemi. İkinci boyut olarak dile getirdiğim mesele, yani bireysel olan tarafı, benim hikâyemde tam da eğitim sisteminin asıl eleştirilecek yanını teşkil ediyor. Adını hatırlamadığım bayan öğretmenim, bir tek gün bile ders anlatmadı. Herkese beş verdi. O zamanlar muhtemelen bu bizi çok mutlu etmişti. Beşinci sınıfta okula yeni gelen ve son derece disiplinli bir hocadan ancak üç ve dört alabildiğimi gördüğümde öz güvenim harap oldu. Kitap okumayı zaten bırakmıştım, iyiden iyiye koptum. Yılda bir roman filan okumuşumdur herhalde ortaokul hayatım boyunca.

Yapmaya çalıştığım şey birini suçlamak değil. Eğer öyle olsaydı da hocamdan ziyade, oldukça saçma bir işleyişi olduğunu düşündüğüm müfettişlik sistemini suçlardım sanırım. Lisede benzer bir coğrafya hocam da olmuştu. Bu iki tecrübeye dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: halihazırdaki teftiş sistemi ile bir müfettişin bir öğretmenin derste ne yaptığını öğrenmesi kesinlikle olanaksız. Öğretmen, ne zaman müfettiş geleceğini biliyor çünkü. Bu benim eğitim hayatımda gördüğüm en acıklı çelişkidir.

Ortaokulda disiplinli hocalarım oldu, notlarım da düzeldi. Ama şimdi dönüp o halime baktığımda net olarak görebiliyorum ki, hevesimi kaybetmiştim. Hiçbir zaman tembel olmadım, ama zaten olamazdım. Çünkü ailem beni ellerinden geldiğince doğru yönlendirmişti; mesela ödül diye lunaparka filan götürülmedim pek, genelde ödülüm kitaptı. Bunun zihinde belli bir alt yapı kurduğu kesin. Eğer öyle olmasaydı ben büyük ihtimalle bahsettiğim öğretmenimden çok daha büyük yaralar alacaktım. “Öğretmen” ve “yaralamak”. Bu da bir başka acıklı çelişki...

Ben felsefe bölümü mezunuyum. Hikâyenin burasında görülen o ki, böyle bir çocuk için “hayal” felsefe okumak olamaz. Doğru, değildi de zaten. Öğretmen olmak isterdim. Öğretmen olmak istememin herhangi bir gerçek nedeni yoktu. Dersleri iyi olan ortalama bir kız çocuğu doktor olamazdı. Akla doktorluktan sonra gelen şey de öğretmenlikti.

İlkokul dördüncü sınıftaki öğretmenimin bir yılda yıktığını lisede, ikinci sınıfta bir nöbetçi öğretmen bir ders saatinde mucizevi biçimde yeniden inşa etti. İşte asıl bu yüzden eğitim sistemini eleştireceksek bence, yıllarca yüzlerine baktığımız öğretmenlerimizle müdürlerimizle ilgili konuşmalıyız. Bir tek insanın bir anda, her şeye rağmen bir şeyleri değiştirebileceğine yürekten inanıyorum. Eğer “eğitim sitemi çürük” nakaratıyla yaşamaya devam edersek bu sistem içinde çalışan kişilerin vicdanı gereksiz bir rahatlığa kavuşuyor. “Ben mi değiştireceğim?”. Aslında cevabından emin oldukları bu basit soruda tekliyorlar. Bu sorunun cevabı “hayır” olsaydı zannetikleri gibi, benim hikâyemin sonu bu olmazdı.

Dediğim gibi, lise ikinci sınıftaydım. Bir dersimiz boştu, hocamız rahatsızlandığı için gelememişti. Genelde boş derslerde nöbetçi hoca yollamaya çalışırlardı. Birden fazla boş sınıf yoksa, bu mümkün oluyordu. O derse de işte, bir bayan hoca gelmişti. İlk kez gördüm onu o gün, düz lisedeydi dersleri galiba. Benim dönemimde “düz lise” ve “süper lise” diye bir ayrım vardı. Aynı bahçeyi paylaştığımız kardeşlermiz bize nefretle bakardı. Matematiğimiz yahut coğrafyamız daha iyi diye bizden neden nefret ettiklerini o zaman anlamazdım. Şimdi çok iyi biliyorum. Çünkü onlara hayat hakkında hiçbir fikri olmayan birileri, sadece matematik bilirlerse “adam” olacaklarını söylüyordu. Bilmedikleri için de aşağılanıyorlardı. Halbuki aramızdaki fark sanırım evdeki kütüphane ile simgelenebilecek ve “kader” kavramıyla açıklanabilecek bir şeydi olsa olsa. Ailemizi seçmeyiz; sanırım bu kardeşlerime böyle davranan ve onları ebediyen bir derin çukura gönderen, nefret aşılayan, dışlayan birileri bu basit gerçekle bile yüzleşememişlerdi. Herkes kazanılmaz belki, ama koskoca okulda bir bina iyi, bir bina da kötülerden oluşamaz. “İnsan” hiç böyle bir şey değildir.

İşte, düz liseden gelen hoca, boş boş başımızda oturup “Susun be!” diye bağırmaktansa bize bir şeyler anlatmıştı. Kitap okuyor musunuz diye sordu. Bütün ders neden kitap okumamız gerektiğinden bahsetti. Biz zeki çocuklardık, okumalıydık. Ders boyunca babamın Kurtuluş Yayınları’ndan aldığı kitaplar geçti gözümün önünden. Ansiklopediler. Bizim evde bir gazetenin verdiği bir edebiyat ansiklopedisi vardı. “Hasanboğuldu”yu okumuştum Sabahattin Ali’den, bayılmıştım. “Dedim dedi” diye bir kalıpta şiirler vardı. Babama okurdum, gülerdik, çok tatlı geliyorlardı bana... Bunlar geçti aklımdan. Okumak o kadar da sıkıcı değildi aslında, diye düşündüm, hatırladım. Sonra ders biterken “Mesela Simyacı’yı okuyun” dedi. O zaman Simyacı çok satanlar listesinde sürekli bir numaraydı, duymuştum.

O hafta sonu Simyacı’yı aldım ve çocukluğumdaki o duyguyu yaşamanın hâlâ mümkün olduğunu görünce sevinçten delirdim. Okumaya başladım yeniden. Sofi’nin Dünyası diye bir kitap okuyunca da felsefe okumaya karar verdim. Son derece aceleci bir karardı ama asla pişman olmadım...

Sonuç olarak ben “eğitim sistemi” üzerine konuşulurken kâğıt üzerindeki ve değişmesi için uzun zaman gereken kurallardan evvel aynaya bakmak gerektiğine inanıyorum. Yaşadığım kırılma noktasının mucizevi olduğunu söyledim. Benim için kurtarıcı bir şey olduğundan mucizevi olduğunu düşünüyorum; ve bir de ne yazık ki, pek çok insanın sorumluluğunun farkında olmamasından ötürü bir öğrencinin başına bunun gelme olasılığı çok az olduğundan. Oysa, o basit sorunun cevabını yanlış biliyorlar. “Ben mi değiştireceğim?”.”Evet! Senin işin değiştirmek zaten”. Sanıyorum vicdanın ve aklın sustuğu bir noktada eğitimin değiştirmek demek olduğunu bazılarına anlatabilemek için bir çocuğu hamura benzetmek filan gerekebilir. Bu kadar “baştan” başlamak!

Bakışım belki umutsuz görünmüştür. Aksine, sürekli suçladığımız o malum kurallara ve işleyişe rağmen “Mümkün!” diyorum. Sanırım bu “umut” demek.

Saygılarımla,

Arzu A.

Ağustos 05, 2010

"Düşünce ... Zaten"

I. Kısım: Düşmek ile İlgili Bir Konu

Rüyamda düşüyorum hep, diyenler vardır dünyada. Bunlar rüyada düşmeye bir anlam yüklemek eğilimindedirler. Ki sen bu insanları git, ara, bul ve hayatının çelmesini tak; bak bakalım “Gık!” diyecek mi. Demez. Onun derdi rüyayla. Yani ne bileyim, öyle bir anlatırlar ki mesela, sonuna kadar açılıp tavana dikilmiş gözlerle. Acaba, dersin birazdan bu ağızdan çıkacaklar ne. Rüya deyince yamulmayan insan eksiktir zaten kanımca. Gerçeği sıkı sıkı sarmış, bir yerlerden usul usul kulağına çalınan saçmasapan ninnilere senkronladığı ağzını bir o tarafa bir bu tarafa doğru eğmeyi “merak” yahut “ilgi” bellemiş zihinle işim olmaz. Merak ediceksin arkadaşım. Uykun kaçıcak. Gece 3’te zart diye fırlıcaksın o yataktan, ulan diyeceksin, acaba hayatın anlamı ne. Evet, uçacaksın. Delireceksin; -varsayalım yaşıtız- yirmi sekiz sene delirmediğin hata!

Umm. Neydi bu dağılan konu. Rğyasında düştüğünü anlatanlar. Aslında değil. Onlar konu açanlar. Sağ olsunlar da, esas mesele şu: Rüyada düşmek acayip bir şey bence. Hem kendi acayip, hem adı acayip.


“Rüya”da “düş”mek. Düşte rüyamak.

Hatta “rûya”mak.

“Rûya ey insan!”

Düşene gülmek vardır ya. O da oturuyo mesela cuk diye. Deliye gülmek gibi. Acırsın falan ama gülmek istersin. Acırsın evet. Kötüsün işte. Ne ki birilerinde kötü kötü ıyk deyip kınadığımız hâller de zaten? Bir cinayet ile mahallenin delisinin arkasından kıkırdamak arasında belirgin bir fark gören beri gelsin. Gelsin de gözlüklerimi ödünç vereyim. Sık kullanmıyorum zaten. ben gerçekten ziyade hayali, görmekten ziyade “yazmayı” severim. E tabii, burnu boktan çıkmaması tabiatiyle bundan.

Yani işte, “Rûya ey insan”. Düş. Düşsene hadi. Söz gülmicem!


II. Kısım: Konu Düşmeye Nasıl Geldi?

Yukarıda bahsettiğim, rüyasında sık sık düşen insanlardan birisi olan sevgilim, şöyle bir detay vermişti: Her zaman düşmüyormuş ama düşebileceği tüm koşullar hep hazırmış. Yüksek bir bina vs gibi. Bu da sürekli bir düşüyorum / düşeceğim / düş / düş / düş diye akan bir zihin yaratıyor onda anladığım kadarıyla. Bunun üstüne işte demişti ki, “Düşünce düşmüş oluyorsun zaten”. Hımm. Bu cümle bana yukarıdakileri çağrıştırdı işte bi anda. “Düşünce düşmüş oluyorsun”... Şey gibi, “Ancak düşerek kurtulabilirsin düşmekten”.Bilmiyorum bunu düşünmüş müydü. Ama ben böyle anlıyorum onu. Ve bir de şunu ekliyorum: “Keşke düşmekten başka bir yolu olsaydı düşmenin”.

Temmuz 29, 2010

O Bayağı Şarkılardaki Güzellik!



"Kalbimi affettim
Dün gece defnettim
Seni koydum yanına"


Bayağılıkta bir şey vardır, yalnız senin görebildiğin. Çünkü bayağılıkta bir şey görmek yalnız senin ona anlam yüklemene bağlıdır. Halihazırda anlamı bir şeyi çözmek / görmek bu kadar delirtici bir heyecan sağlamaz. Bu da Nosta ile manifestomuz olsun anasını satim.

Bir Gün Gene Gideceği Halde Bir Eylülü Beklemek



Arkana bak ey insan
Takip edenlerin var!

Biliyorum, senin de bir eylül sabahın vardı
Kolların açık, ahhh diye diye pencerenden
Buna huzur derdin hatta eskiden sen
Baktığın, durduğun
Durduğun işte,
Durduğunu kendin olduğuna yorduğun
Ilık, mmmm, bir eylül sabahı
Hatta yüzün suyu hürmetine sandın sen o rüzgârı
Bunu söylemek çok zor ama
Bir şey yapacaklar sana
Zamanın adamları,
Adam mı bilmediğimiz, zamandan parçalar,
Çok kötü bir şey yapacaklar

Altı üstü camdan bakıp bir ah çektiğin
Akşamına ne olurum, diye düşünmediğin
Hiçbir şey ummadığın, serin, azıcık puslu,
-En masum hâlin, bir şey ummadığındır, muhakkak doğrudur bu-
O sabah var ya
-Arkandalar ey insan-
Uçacak şimdi hafızandan!

Gidecek, oturacak uzaklardaki yerine
Hemen ölme diye de, şöyle son bir bakıp sana
Dönüverecek yüzünü, hiç olmadığın tarafa
Bu da işte bir sabahın hayatı olacak böyle
Her uslu sabahın bir hayatı vardır, demek için herkese.

Arkana bak ey insan
Sanki hiç olmadılar.
Onlar,
O umutsuz, o güzelim sabahlar.

Temmuz 27, 2010

Kahve Çekirdeği

Bak sana birkaç fotoğraf koyayım da mis gibi kahve koksun!








Bir de şu var ki ovv. Magnet midir nedir, kölesi olasım geldi bunu bana bulanın. (Tıpkı Oscar Wilde oyuncağı gibi, değil mi Holden?)


Temmuz 25, 2010

Kulağım Nerde


Keşifteyim ey insan!

Müzik kültürü zayıf kere zayıf bendenizin bir elinden tutan çıktı gibi. haydi bakalım. Yavaştan yavaştan bi güzel güzel şarkılar takılıyor kafama.

1. "The Letter" The Black Heart Procession

2. "The Nostalgist" Piano Magic

3. "Space Oddity" David Bowie

4. "The Logical Song" Supertramp

Bi' de Kings of Convenience'dan ne duyduysam sevdim. Daha trackleri ayırdetme mevkiinde diilsem de içime ılık ılık aktılar ama bi. Yazarım yazarım onları bi gün.

*

O diil de, bir de birdenbire aklıma "The Blower's Daughter" geldi. Dinledim, yetmedi Damien Rice'ın "O" ve "9" adlı albümlerini indirdim. Bilhassa "O" baştan ayağa nefaset! Şu üç şarkı arasında uçup duruyorum bugün:

"9 Crimes"
"Volcano"
"Accidental Babies"


Öyle işte. Sesler. Sesler. Sesler.

Temmuz 24, 2010

Hâlim

1. Last fm ile bir türlü anlaşamamak, en sonunda sinire gelip bütün evvelki şeyleri silmek. Ama bir gün olacağına da samimiyetle inanmak.

2. Yazamamak.

3. Film izlemek. Barton Fink'i keşfetmiş olmanın tatlı (mmm mis!) heyecanı. Keşfetmeye vesile olana minnet. "O kendini biliyor" geyiğine mahal vermeden kesmek. =)

4. Rejim. Evet çok klasik bir kadın muhabbetidir ama olsun. Rejim işte bildiğin. Çünkü sağlık da sallanmaya başladı. İki dakka yürüyünce nefes alamamak falan, oha. "Şişkoooooooo patetesssssss iki kilooo domateeeeeees". Aynen o.

Temmuz 15, 2010

Rüzgârın “Aylin Gibi” ve Arda Hakkında Söyledikleri


Temmuzun bu on beşinci günü, serin bir Kadıköy rüzgârıyla takıldım bütün akşam. Kulağımdaki şarkı bir başka şeye dönüştü, gitti gitti gitti. Eh, gittikten sonra yol uzun, malum.

Aylin Aslım’ın karşımıza çıkmak için seçtiği “Senin Gibi” şarkısını belkim de hatırlarsın ey okur. “Dıpdırı dıpdırı” şekilli bu şarkının bir de ağırdan alan versiyonu var idi albümde, ki onun adı “Senin Gibi (Aylin Gibi)” idi. Bu parantez içindeki “Aylin gibi” üzerine biraz düşündüm bugün.

Esasen sözleri aşık olunan şahsa söylenmiş görünümündedir bu şarkının. “Senin gibi / beni kimse sevmedi”. Gel gör ki o parantezin içine o lafı yazınca işler değişiyor. Bence yani.

Kadıköy sahilinde işte, rüzgâr ısrarla diyor ki, “bu lafları kendine ettiğini farzet”. Cevaben "Gel etme rüzgâr efendi, farzettirme bana böyle şeyler. Farzettire farzettire geberttin zaten!” dediysem de mankafam durmaz gayrı. Aldı ipin ucunu.

Sözleri bir huşu ile dinlemeye başladım o dakka. Aklımdan defalarca, milyon türlü Arda’lar geldi geçti. Değişik değişik yüzlerde. İçimde bu kızcağız var bir süredir, burada yazdıkça daha bir “var” oldu. İşte, bu şarkının sözlerini aşağıdaki gibi okuyunca, içimdeki bu kız, “kendim”le o kutlu karşılaşmanın biricik ifadesi oldu çıktı. Hani, hep kendiyle karşılaşmayı beklemez mi insan. Öyle demediler mi içli şairler.

Küçük bir an için, ait olmak için
Eski aşklar gibi, kapımda
Yalnız bir gün için, nefes almak için
Kanarken avuçlarım, karşımda

Üzerimde sevdiğim mavi elbisem
Bensiz geçirdiğim günlerden

Benim gibi, beni kimse sevmedi
Dönmedim gittiğim yerden geri
Bekledim, gittiğim günden beri

“Sen” diyen bütün kısımları “ben”e çevirdim; iyelik eklerini değiştirdim filan. Rüzgâr bi sırıttı; hoşuna gitti tabii. Ben ister istemez Arda’yı daha çok düşünmeye başladım bu sözleri böyle duyunca. Haksız değilim ki, “Aylin gibi” diyor kadın.

Sen = Aylin

Bu kadar basit işte. İşte o vakit, uçtum uçtum, Arda’ya dönüşmeye getirdim işi. Şu çift kişilik şeysi falan geldi aklıma mesela. Bir Arda çıksa içimden, dedim, nasıl olur acaba.

Bilmiyorum ki, belki de şarkılar da anlaşılacakları günleri bekliyor.

*

(Burası ağlak biraz.)

Arda’nın ötesinde şu da var bu yeni şarkıyla alakalı: “Benim gibi, beni kimse sevmedi”. Haydi bakalım. Bundan içli laf mı arıyorsun ey insan! Gene rüzgâr ile ilgili düşündüm tabii ister istemez ve şu geldi aklıma mesela. “Ben şimdi böyle ağzımı açıyorum kocaman da çekiyorum ya rüzgârı içime. Sonra bekliyorum öyle uzunca bir süre. Hiçbir şey bilmeden, görmeden, kimseyi özlemeden bekliyorum ya. O zaman kendim bana hiç sormuyor, neler oluyor, diye. ‘Nereye gittin bakıyım sen?’ demiyor”. Böyle bir şeyler dedim işte. Buradan da, benim gibi, beni kimsenin sevmediği kanaatine vardım.

Şarkı iyice diplere gitti kafamda. Bütün hikâyenin beni beklemekle ilgili olduğuna karar verdim. Az kaldı, geleceğim kendime. “Talih” diye bir kelime uydurulmuş sonuçta bir kere. Ey talih, biliyorum, bu güzelim kuşları pek seversin sen. O kuşlar ki, bu aralar girdiğim her deliğe benimle gelmekteler.

Özetliyorum:

Kendime geliyorum ey okur, talih peşimde!
Ve bu olan bitenin içimdeki kız Arda ile kesinlikle bir ilgisi var!


Not: Pazar günü bir arkadaşımın düğünü var. Bir türlü bir elbise beğenememişken tam da rüzgâr kanıma girmeden yarım saat evvel bir mavi elbiseyi “her nasılsa” zart diye beğenmeme tesadüf mü diyeceksin şimdi. “Bensiz geçirdiğim günlerden” olmayınca bu elbise, ne geçecek eline. Anlam diye bir şey olmayınca, ne geçecek.

Temmuz 12, 2010

Ankara'dan Arda Geldi

içimi kemirir durur çok zaman
olur olmaz bir yerde, olur olmaz sorular
açılır zaman zaman bir kapı
olur olmaz bir yerden, olur olmaz bir yere

zannımca içinde ankara geçen yegane güzellik olan bu enfes şarkının şu kafama kafama püskürttüğü duyguya "mutluluk" demekte bir sakınca yok. ne acayip değil mi? mutsuz eden bir şey ortalıktan yok olduğunda mutlu ediyor seni. var olarak mutlu eden pek az şey var galiba, düşündüm de bi. amaan neyse.


geldim ben ey okur. yirmi üç olmuşsun. sevindim ben. parmaklarım bu tuşlarda benim için gezdiği kadar senin için de geziyor. bu parmakların bu tuşlarda gezmesinde senin için bir şey var ey insan. manaen sana değer, değmez; onu kestirmek, hesap etmek yahut garanti etmek -hele bu sonuncusu- zor tabii. ama işte, ne bileyim. haydi ben dudağımı bükeyim de sen anla.

şarkı diyordum o n'ooldu. n'olcak, burada işte bak, yukarıda hâlâ. "dağılır duman duman bir ömür" diyor bir yerinde de. offf, güzel be!


korkuyorum, bu arda'yı sevmeye başladım ben. içimde biri, şak diye bir isim filan buldu kendine. neden korkuyorum bilmem. ama sevmek bir yönüyle hazin bir şey, bundan çok eminim.

velhasılıkelam:backintown!

Temmuz 02, 2010

Duyuru

Merhaba Gerçeklik, Ben Arda



Benim hayatım kafamın içinde geçti. Evet, tam olarak öyle.

Bir hayat bir kafanın içinde nasıl geçer? Bir kafanın içi nasıl bir yerdir ki, içinde yirmi sekiz sene yaşamaya olanak verir? Üstelik bu yirmi sekiz sene sonunda dünya ile ilgili bazı fikirler geliştirilir? Belki de, kafanın içinde gelişen bu fikirlerin “dünya” ile ilgili olmayacağını düşünenleriniz çıkacaktır. Ama bana kalırsa, dünya öyle bir şey ki, onu seyrettiğiniz en uzak noktadan bile size bir şeyler anlatır. İşte, “anlam diye bir şey vardır ey insan” derken kastettiğim tam buydu. Tam olarak, noktasından virgülüne bu!

Bir köşede saklanmak addedilmesi haksızlık olabilecek bu durumun, kaybettirdikleri vardır yine de. Sıradan olan pek çok şeye yabancı olmak gibi. Gündelik olan pek çok şeyi tanımamak. Çok basit, çok normal, çok “a aaaa ne var canım bunda” ile aranın bozuk olması.

Ama garip bir şekilde, çok acayip bir şekilde de yabancı olduğun tüm bu şeylerin önemsiz olduğunu hissetmek. Belki de yanılmak ama, hissetmek işte. Çok kuvvetli olarak hissetmek. Bundan anlam verilmesi güç bir haz duymak. Sanırım benim kendime elişi kağıdından yaptığım “yalnızlık tanımı” bu. Elişi kağıtları güzel günler içindir ey insan, onlarla oynamakla öğrenirsin bazı şeyleri. Onlardan gemiler yaparsın, kuşlar… Onlardan yamru yumru şekiller kesersin, güzel olurlar. Onları farklı renklerde seçersin ki, içini açarlar. Ne var biliyor musun ey insan? Bazı çocuklar için bahar sadece elişi kağıtlarıyla gelir. Ve bu çocuklar büyüdüklerinde “gerçeğe” pek itimadı olmayan insanlar olurlar.

Bak nasıl da seninle tanışasım varmış ey okur. Buradaysan üç kere vur!
[Yakınlarda bir masa yok vurman için önerebileceğim. Gerçeğe vur. Vur da düşsün maskesi!]

Haziran 28, 2010

Altı Büyülü Başlık




Öyle aklıma geldi. Ödev yazmak yerine aşağıdaki kitap başlıklarını hatırlayıp mutlandım. "Ayy..." dedim, şefkatle. Al bakalım ey okuyucu, gerekçeleriyle. Biraz hayal kur sen de.


1. "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" Ahmet Hamdi Tanpınar (roman)[Dev bir şey geldiği çok belli mesela bunda. Ki geliyor da gerçekten.]

2. "Başkası Olduğun yer" Leyla İpekçi (roman)[Çok naif ama çok etkileyici. Bir kurtuluş umudu gibi; ama kaybediş gibi de aynı anda.]

3. "Unutma Bahçesi" Latife Tekin (roman)[Bu nefis. Ama okumadım. Ama nefis.]

4. "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" Milan Kundera (roman)[Hayatımda duyduğum en "Ohaaağ!" başlık belki de budur. Çok karizmatik. Bence bu romanı da tarif eden bir söz olabilir yavan görünse de. Karizmatik bir roman.]

5. "Zamana Dağılan Nar" Nilay Özer (şiir)[Bu başlıkta nefffis bir imge var. Gözlerimi kapatıp saatlerce hayal edebilirim. Kesinlikle.]

6. "Suyu Bulandıran Şey" Mehmet Erte (şiir)["zamana dağılan nar" ifadesindekine benzer bir ruh buluyorum ben bu başlıkta da. Bayıldığım da bir sesi var bu Mehmet Erte şiirinin zaten. Bir "Merak" hediye ediyor. Suyun bulandığını görmeyenlerin gözünü açıyor ve fakat hemen soruyu çakıyor. "Nedir bu suyu bulandıran?". Ki, tam da bu yaptığını kastederek şiirin kendisine de göndermesi var tabii. "şiir, suyu bulandıran bir şeydir". Nefis nefis.]


Fotoğraf ile alakalı not: Evet, 6 kitap var. Hehe. Bir de, nedense "baş aşağı" durumunu çok estetik bir şey gibi algılamaya başladım. Ya da belki kim bilir, ne kadar estetik bir şey olduğunun farkına ancak vardım.

Haziran 26, 2010

Pazartesi Sabahı 5.19



Rialto söylüyor: “It’s Monday morning 5.19 / And I’m still wondering where she’s been”.

İnsanın kendini kaptırmasına son derece müsait bir melodi bu. Daha iki ay evvel filan dinledim hayatımda ilk defa, bir nevi dejavu oldu inanmazsınız (İnanmazsın ey insan, biliyorum; kolay kolay inanmazsın!).

Ben bu melodiyi bir yerde duymuştum! Vahoğ! Ama bu hiç de Teoman şarkıları için anlatılanlara benzer yahut denk bir durum sayılmaz. Bir garip tanışıklık hissi, bir güzellik, hepsi o kadar.

Dinle insan, dinle!

Haziran 25, 2010

Neden "Oldboy"?

Blogumun yeni "kocamanresmi" Oldboy filminden. Sanıyorum tanıtım nanesi için hazırlanmış bir "duvar kağıdı". Neden bunu seçtim? basit bir cevap:

Hüzünlü bir kız çocuğu arıyordum çünkü.

Haziran 16, 2010

Bir Dostu Ölü Götürmek



boş bulunup gülersen
bir ölünü görünce
ocağa tütsü atarsın
pencerene sürme çek

ölünün babasıyla
uzunca bir rakı iç
anmadan eski günleri
bırak biraz ay doğsun

dört arkadaş bir olup
tahta kutu içinde
ölünüzü götürün
incirlerin altına

dönersen ıslık çalarsın
yol uzun, su karanlık
otur bir çardak altına
bırak biraz yağmur yağsın

ERGİN GÜNÇE


Not: Çünkü rüyada ölü bir anne vardı.

Haziran 13, 2010

İçten İçe "Mad World"

Zamanında Tears for Fears diye şık isimli bir grubum söylediği bu şahane şarkıyı pek çoğumuz gibi ben de "Donnie darko" vakasında tanımıştım. Gel zaman git zaman, sinemde yeri bambaşka oldu bu şarkının. (Neydi ya o? Bir şarkı vardı, "bişi gelir sinemi deler" filan diye sanki. Bu da öyle, gelir sinemi deler işte!)

"Bir acayip zor yarış" vardı ya Sezen şarkısında geçen. Heh, işte "Mad World" de bir nevi onu diyor. "Brigh and early for their daily races: going nowhere". Vay anasını.

Ama tabii şimdi bu "no" önemli bir şey. Nobody / Noone / Nothing / Nowhere / Nobaşkabişivarmıydıhatırlayamadım. "Hiç" diye çeviriyoruz ya onu hani. Oyh. Feci.

Bugün uykusuzum arkadaş. Uykusuz uykusuz geldim buna mı takıldım. Takıldım işte naaapim. Şey yaptım bak: google'a yazdım "Mad World" diye. Ha-hağ. Bir çevirisini buldum sözlerinin. Onlar ilen alakalı minik bir oyun oynayasım geldi ey insan! Her bir dörtlüğü alıntılayacağım önce; hem orjinalini (1, 2... diye göstereceğim) hem de nette bulduğum çevirisini (“Çev” diyeceğim ona da). Sonra da kafama göre bozacağım bu sözleri, istediğim yerlere çekeceğim filan (“Sapkın” manasında “spkn” diyeceğim başına). Metinde geçmeyen kelimeler, dizeler filan kullanacağım böyle. Ona göre. Amacım çevirmek değil, bu şarkı ne diyor, anlamak. Çağrışımları da oyuna katmak. Değil midir ki insan, söylediklerimizin yanında, karşıdaki kafada uçuşanlar da vardır sözlerimizde.



1.
All around me are familiar faces
Worn out places, worn out faces
Bright and early for the daily races
Going no where, going no where

Çev.
Etrafımda hep tanıdık yüzler,
Yıpranmış yerler, yıpranmış yüzler,
Aydınlık ve erken bir gün yarışları için,
Hiç bir yere gitmezler.

Spkn:
her yanımda bildik suratlar
bayat "oralar", bayat "onlar"
ışıklı ve erkendir o gündelik azaba
varmak için telaşla "hiç" bile olmayana


2.
Their tears are filling up their glasses
No expression, No expression
Hide my head I wanna drown my sorrow
No tomorrow, No tomorrow.

Çev.
Gözyaşları gözlüklerine dolar,
İfade yok, ruhlar yok,
Çevirdim kafamı, kederimde boğulmaya,
Yarın yok, yarın yok,

Spkn:
Göz değil ki gözlükten parlayan, gözyaşı
İfade mi var, ruh mu var hiçbirinde
Saklasın beni kederim, kaçtım içime
Ne yarını, ne yarını be...


3.
And I find it kind of funny
I find it kind of sad
The dreams in which Im dying
are the best I’ve ever had
I find it hard to tell you
I find it hard to take
When people run in circles its a very very
Mad world, Mad world

Çev.
Bir tür eğlence buldum bunu,
Bir tür keder, üzüntü,
İçinde olduğum rüyalar,
En iyileriydi, şimdiye kadar,
Sana söylemek zordu bunu,
Hem, üstlenmek zordu,
Daireler içinde döner insanlar,
Buradalar,
Deli dünyada, deli dünyadalar.


Spkn:
Aslında eğlenceli ha!
Hüzünlü de ama, şaşırma
Bir ömrün uykularını düşün,
Onca rüya arasında,
O öldüklerim var ya –Ah o öldüklerim-
Benim yırtık cebimdeki en değerli şeylerim!
Nasıl anlatayım ki şimdi bunu sana,
Katlanamazken daha...
Tüm bu insanlar öyle korkunç bir halka gibi döndükçe
Sapkındır bu dünya, sapacaktır da daha.



4.
Children waiting for the day they feel good
Happy birthday, Happy birthday
And I feel the way that every child should
Sit and listen, Sit and listen
Went to school and I was very nervous
No one knew me, No one knew me
Hello teacher tell me whats my lesson
Look right through me, Look right through me

Çev.
Çocuklar bekliyorlar güzel günleri,
"Mutlu yıllar", "iyi ki doğdun",
Her çocuk anlıyor, "oturup dinlemeyi",
"Oturup dinlemeyi",
Okula gittiğimde ürkektim,
Kimse bilmedi beni,
"- Öğretmenim, söyle bana ödevimi!"
Gör beni, gör yüreğimi!"

Spkn:
Çocuklar bir gün bekliyor, bir gün ki “İyiyim” dedirtsin
İyi ki doğdular, İyi ki doğdular
Bilirim, nasıl oturup sessiz sessiz dinlerler,
Uslu uslu otururlar
Gidilir okula, ürkek; ben de gittim iyi günler bekleyerek
Görmedi kimse beni, kimse evet, gerçekten de görmedi
“Hocam, bu anlattığın nedir, hayat dersi mi?”
Hocam çok korkuyorum, baksana gözüme bi’

Haziran 08, 2010

Sonsuza Dek [Doğan Canku]

İlkgençliğin "Bir Harmanım Bu Akşam" ile beraber ruha ruhluk öğreten şarkısı "Sonsıza Dek", sevgili arkadaşım Holden'a yazarken zihnime düştü. Hemen, dedim kendime, sözlerini almalıyım bloguma! Bu da benden bir amme hizmeti olsun; suratında surat olmayanların kemirdiği aziz ruh. Sen bir zaman bunlardan bir şey öğrenmiştin! Hatırla!


Sonsuza Dek
sokaklar geçiyorum sızım hüznüm gölgem benim
caddeler aşıyorum gözyaşlarım en sessiz dilim
asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle
zamanı geriye çeviririm diye

acılar yaşıyorum kavuşmak bedeliyle
bekliyor biliyorum az ötemde sessizce
adımlarım yaklaştı görüyorum orda işte
kayboluverdi yine sokaklar arasında

elbet birgün yollar çaresizce tükenip son bulacak
zaman işte yeniden başlamış olacak
inanırım kalbim onunla sonsuza dek yaşayacak
kaybolup gidecek mazide birlikte

Marco Polo'nun Son Sözü İmiş:

...

Kimse bana inanmayacağı için, gördüklerimin yarısını bile anlatmadım.

...


Mayıs 30, 2010

Seneler Sonra, Yeniden Mulholland Dr.

Zannımca David Lynch şunları anlamış bir adamdır:

- İnsanın en büyük düşmanı zihnidir.
- Bütün zarar, "gerçeğe" lüzumundan fazla güvenmekten gelir.
- Tekinsizlikten çekiniyorsa insan, boku yemiştir.
- Dünyada bir manaya gelecek tek cesaret örneği, rüyalar karşısındaki tavrımızda kendini gösterecek olandır. Gerisi külliyen egosantrik zımbırtılardır.

***

Yukarıdaki resim Mulholland Dr. için tasarlanmış. Ben bayıldım ey insan! "Club Silencio" sahnesinin film için büyük önemi vardır hakikaten. "Her şey bir bant kaydıdır" sloganı, Betty / Diane'in başına gelenin özüdür. Kaydediyoruz evet. "Hafıza"diye bir yerimiz var içerimizde, bir minik delikle bağlandığımız. Atıyoruz oarya, biriktiriyoruz. İyi bok yiyoruz.

Aşağıda bence bu filmin en "can alıcı", "ciğer delici" sahnesinden bir an görüyorsun ey insan. Bir aşık kalbin / zihnin inflak ettiği an bu. Artık içler acısı biçimde "olmayacağını", "her şeyin bittiğini" kavradığı anda, içinde kalan son somut duyguya kendini verir: cinsel arzu. Haz, bir minicik an için Camilla'nın dönüşü olacaktır. Diane'in zaferi. Tek başına girişilen bir cinsel deneyim, üstelik acılar içinde, bağlana bağlana intihara bağlanır zaten. Bu kadar "sert"tir bu hayat, evet!

Ey insan, bu nemden geberdiğim pazar akşamında sana diyorum ki:

"Diane ölmedi yüreğimde yaşıyor.
Hemen her film setinde Camilla'ya bir köşeden bakıyor.
Yönetmenle göz göze gelirse de kazara
şunları sayıklıyor:
"This is the girl!" "

Mayıs 26, 2010

Bir Zamanlar Rüyalarım ve Mektup Arkadaşım

Benim lisede Koreli bir mektup arkadaşım olmuştu. Uzun sürsün istemiştim onunla ilişkimiz; Türkiye'ye filan gelsin istemiştim hatta. Yazık ki, öyle olmadı. Adı Young-Hee olan bu Koreli ile toplam beşer mektup filan yazmıştık yanılmıyorsam birbirimize. Zarflarına da kağıtlarına da hayran hayran baktığım, karşıma koyup uzun uzun seyrettiğim mektuplar... Deliye dönüyordum ondan mektup geldiğinde. Issız bir ormandan yazıyordu sanki bana; ya da bir çölden; belki kutuplardan. Kâğıtlardan üstüme hiç bilmediğim bir hava, acayip kokular, başka bir alfabeye alışık olduğu belli olan bir elden çıkmış yamuk yumuk harfler fışkırıyordu. Loş ışıkta okunduğunda hele, o-hoğ. Artık Arzu tamamen uçuyordu uzaklara. Renkten renge giren duvarlar, seneler sonra Orhan pamuk"un "Yeni Hayat"ında "gördüğünde" bir yerden tanıdık bulacağı neon ışıkları... Islıklar filan gelir kulağa mesela; o bilinmeyen coğrafyanın en meşhur şarkılarını çalan korkak ıslıklar. Madem korkaktır bu ıslıklar, nasıl buraya kadar duyulurlar? Benim ilk gençliğimin güzel sorularından biri, işte buydu, sevgili okur. Evet, cevabı yok gibi. Rahatı kaçıran pek çok soru gibi, sadece sorulduğu anda bir heyecan verir kişiye. Nasıl uyursan uyu sonra. Adı Young-Hee olan kızın kulağıma gelen korkak ıslıkları başımı pek döndürürdü. Valizler filan çarpardı ara ara gözüme. Elimden gelse, doldurup gideceğim sanki "oraya". Hiçbir yer olduğundan hiç şüphem olmayan "oraya". Olmadığı için beni kendine çeken... Leyleklerin peşine takılmak işe yarar mıydı mesela? Denemek her zaman manalı mıydı? Elimde kâğıtlar, öylece dalıp bunları düşünürdüm işte. Nasıl olurdu da, "olmayan yer"den mektup gelirdi insana? Arzu, diyordum kendime, "Olmalı böyle bir yer, muhakkak olmalı!". İnce ince kâğıtlar olurdu zarflardan çıkanların bazıları; ben çok aramıştım ama o incelikte renkli kâğıt bulamamıştım. Türkiye'de nedense sadece asker, çiçek, sarışın kadın yahut pop yıldızı basıyorlardı mektup kâğıtlarına. Her mektup yazışımda, yine sadece renkli A-4 ile yetinmek zorunda kaldığımı unutmak için yazımı elimden geldiğince "güzel" göstermeye çalışırdım. Ama hep mektubun sonuna doğru hata yapıyordum; en olmayacak yerde, kelimede. Fazla fazla aldığım renkli A-4 ler üzerlerinde yarım kalmış bir şeylerle masada biriktikçe utancım dayanılmaz bir hâl alıyordu. O kadar büyüyordu ki, çoğu kez elimdeki bütün kâğıtları yırtar, cesaretimi topladığımda yeniden "fazla fazla" renkli A-4 almam gerekirdi mektup yazabilmek için. Lekelenmesin diye attığım taklalara rağmen daha baştan birkaçı elden giderdi tabii, bir de bu ayrıntı var. Uzun ızdıraplarla nihayet "hiç de güzel olmadığına" bütün varlığımla inandığım mektubumu bitirmek için kendimi zorlar, hatırı sayılır bir mücadele ile ancak kapatılabilmiş bir zarfı böylelikle bir kenara koyabilirdim. Nihayet cevap beklemeye sıra geliyor, diye düşünürdüm; zaten beğenmediğim hâlde "Bitti" diyebilmemin tek nedeni bir an önce cevap beklemeye başlamak istememdi. Uzak bir yerden, belki de var olmayan bir yerden gelecek bir zarf beni yine önce pullarıyla bu dünyadan alacak; sonra kâğıtlarıyla, acayip çizimlerle, hayatımda hiç bu hâlde görmediğim "r"lerle ve "f"lerle rüyalarımı ele geçirecekti yeniden. Rüyalarımı evet, hayatımın son huzurlu uykularının rüyalarını...