Ağustos 06, 2010

Hocama Mektup

Mektup seviyorum. Daha önce bundan söz etmiştim sana ey okur. Gün içinde usb bellek içerisinde bir şey buldum. Sana onu göstericem. Bir hocamız geçen dönem, eğitim sistemi ile ilgili eleştirilerimizi merak ettiğinden bir ödev vermişti. Eğitim hayatınızı anlatan bir mektup yazın bana, demişti. Neden mektup olarak istedi, bilemiyorum. Yazmıştık işte. Hoca bunları topladıktan sonra okumadı. Biri okusun istedim ben de. Bir şey söylemeye çalıştıysam ve kimse dinlemediyse, yahut anlamadıysa rüyada haykırıp bir türlü ses çıkaramadığım zamanki gibi hissediyorum.




Değerli Hocam,

Yirmi birinci yılında bir eğitim hayatı için söylenecek pek çok şey vardır elbet. Yirmi bir yıl boyunca karşılaştığım, keşfettiğim, maruz kaldığım binlerce şey var, pek çok deneyim. Bana kalırsa tüm bunlardan hareket ederek eğitim ile ilgili eleştiri getirilecekse, bu iki türlü yapılabilir. Birincisi Türkiyedeki eğitim sistemine yönelik, işletilen kurallar temelinde ortaya konacak eleştiriler iken ikincisi tamamen bahtımın rüzgârınca şekillendirilen kendi eğitim sürecim ile ilgili çeşitli durumlar olacaktır. Bilhassa bu ikinci boyut bana kalırsa bir insan için çok daha düşündürücü ve öğreticidir. Türkiyedeki eğitim sisteminin yaratıcı düşünceyi geliştirmeye yönelik olmadığı hep konuşulur mesela; ya da son yılların gözde meselesi üniversiteye giriş. Bunlar ve daha pek çok durum için söylenecekler vardır. Ancak inandığım odur ki, benim bunları dile getirmem zaten konuşulan, dillere pelesenk olmuş beylik lafları tekrarlamak demek olabilir. Madem eğitim sistemini ezberci buluyoruz, evet ben de buluyorum, o zaman ben en azından eğitim sisteminden söz ederken çelişkiye düşmemeli, kalıp sözleri yinelememeliyim. Kendi deneyimimden hareket edip tek bir an bile söz konusu olsa, onun anlamını yahut anlamsızlığını tartışmalıyım.

Eğitim sürecinin ailede başladığı malum. Yedi yaşında bir çocuk okula ilk gittiği gün, çantasında kitaplarından abaküsünden ya da kalem kutusundan başka, bazı ön yargılar ve alışkanlıklar taşıyor. Evinde bir kütüphane olan çocukla, üçten fazla kitabı okul kütüphanesinde ilk kez bir arada görecek çocuğun aynı ruh haliyle okula gitmesi olanaksız. Ama yine de okulun rolü bu ufak ön yargıları neredeyse hiç düzeyine indirecek ölçüde. Yaşadıklarım bunu gösterdi, bunu öğretti bana.

İlkokula, okumayı bilerek başladım. Bu ne kadar iyi bir şeydi bilemiyorum. Komşunun çocuğunu kıskandım diye annem müthiş bir çabayla okumayı öğretmişti bana. Oldukça ironiktir ki annem ilkokul mezunu ve hâlâ okurken tekliyor. Bana okumayı nasıl öğrettiğini zerre kadar hatırlayamıyorum. Bunun, annem gibi bir insanın hayatındaki en büyük başarılardan ve özverilerden biri olduğuna inanıyorum.

Yarım adım da olsa ileride başladığım ilkokul yaşamında iyi bir öğrenci oldum. Çok kitap okudum mesela. Notlarım genellikle iyiydi. Ne zaman ki dördüncü sınıfta bir yıl boyunca bize aile albümlerini gösterecek bir öğretmene düşeceğim okula naklimi yaptırdık, o zaman benim için pek çok şey değişti. Hâlâ Türkiye’de, hâlâ devlet okulundaydım. Söze başlarken bahsettiğim ilk ölçüt açısından koşullarda bir değişiklik yoktu. Aynı eğitim sistemi. İkinci boyut olarak dile getirdiğim mesele, yani bireysel olan tarafı, benim hikâyemde tam da eğitim sisteminin asıl eleştirilecek yanını teşkil ediyor. Adını hatırlamadığım bayan öğretmenim, bir tek gün bile ders anlatmadı. Herkese beş verdi. O zamanlar muhtemelen bu bizi çok mutlu etmişti. Beşinci sınıfta okula yeni gelen ve son derece disiplinli bir hocadan ancak üç ve dört alabildiğimi gördüğümde öz güvenim harap oldu. Kitap okumayı zaten bırakmıştım, iyiden iyiye koptum. Yılda bir roman filan okumuşumdur herhalde ortaokul hayatım boyunca.

Yapmaya çalıştığım şey birini suçlamak değil. Eğer öyle olsaydı da hocamdan ziyade, oldukça saçma bir işleyişi olduğunu düşündüğüm müfettişlik sistemini suçlardım sanırım. Lisede benzer bir coğrafya hocam da olmuştu. Bu iki tecrübeye dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: halihazırdaki teftiş sistemi ile bir müfettişin bir öğretmenin derste ne yaptığını öğrenmesi kesinlikle olanaksız. Öğretmen, ne zaman müfettiş geleceğini biliyor çünkü. Bu benim eğitim hayatımda gördüğüm en acıklı çelişkidir.

Ortaokulda disiplinli hocalarım oldu, notlarım da düzeldi. Ama şimdi dönüp o halime baktığımda net olarak görebiliyorum ki, hevesimi kaybetmiştim. Hiçbir zaman tembel olmadım, ama zaten olamazdım. Çünkü ailem beni ellerinden geldiğince doğru yönlendirmişti; mesela ödül diye lunaparka filan götürülmedim pek, genelde ödülüm kitaptı. Bunun zihinde belli bir alt yapı kurduğu kesin. Eğer öyle olmasaydı ben büyük ihtimalle bahsettiğim öğretmenimden çok daha büyük yaralar alacaktım. “Öğretmen” ve “yaralamak”. Bu da bir başka acıklı çelişki...

Ben felsefe bölümü mezunuyum. Hikâyenin burasında görülen o ki, böyle bir çocuk için “hayal” felsefe okumak olamaz. Doğru, değildi de zaten. Öğretmen olmak isterdim. Öğretmen olmak istememin herhangi bir gerçek nedeni yoktu. Dersleri iyi olan ortalama bir kız çocuğu doktor olamazdı. Akla doktorluktan sonra gelen şey de öğretmenlikti.

İlkokul dördüncü sınıftaki öğretmenimin bir yılda yıktığını lisede, ikinci sınıfta bir nöbetçi öğretmen bir ders saatinde mucizevi biçimde yeniden inşa etti. İşte asıl bu yüzden eğitim sistemini eleştireceksek bence, yıllarca yüzlerine baktığımız öğretmenlerimizle müdürlerimizle ilgili konuşmalıyız. Bir tek insanın bir anda, her şeye rağmen bir şeyleri değiştirebileceğine yürekten inanıyorum. Eğer “eğitim sitemi çürük” nakaratıyla yaşamaya devam edersek bu sistem içinde çalışan kişilerin vicdanı gereksiz bir rahatlığa kavuşuyor. “Ben mi değiştireceğim?”. Aslında cevabından emin oldukları bu basit soruda tekliyorlar. Bu sorunun cevabı “hayır” olsaydı zannetikleri gibi, benim hikâyemin sonu bu olmazdı.

Dediğim gibi, lise ikinci sınıftaydım. Bir dersimiz boştu, hocamız rahatsızlandığı için gelememişti. Genelde boş derslerde nöbetçi hoca yollamaya çalışırlardı. Birden fazla boş sınıf yoksa, bu mümkün oluyordu. O derse de işte, bir bayan hoca gelmişti. İlk kez gördüm onu o gün, düz lisedeydi dersleri galiba. Benim dönemimde “düz lise” ve “süper lise” diye bir ayrım vardı. Aynı bahçeyi paylaştığımız kardeşlermiz bize nefretle bakardı. Matematiğimiz yahut coğrafyamız daha iyi diye bizden neden nefret ettiklerini o zaman anlamazdım. Şimdi çok iyi biliyorum. Çünkü onlara hayat hakkında hiçbir fikri olmayan birileri, sadece matematik bilirlerse “adam” olacaklarını söylüyordu. Bilmedikleri için de aşağılanıyorlardı. Halbuki aramızdaki fark sanırım evdeki kütüphane ile simgelenebilecek ve “kader” kavramıyla açıklanabilecek bir şeydi olsa olsa. Ailemizi seçmeyiz; sanırım bu kardeşlerime böyle davranan ve onları ebediyen bir derin çukura gönderen, nefret aşılayan, dışlayan birileri bu basit gerçekle bile yüzleşememişlerdi. Herkes kazanılmaz belki, ama koskoca okulda bir bina iyi, bir bina da kötülerden oluşamaz. “İnsan” hiç böyle bir şey değildir.

İşte, düz liseden gelen hoca, boş boş başımızda oturup “Susun be!” diye bağırmaktansa bize bir şeyler anlatmıştı. Kitap okuyor musunuz diye sordu. Bütün ders neden kitap okumamız gerektiğinden bahsetti. Biz zeki çocuklardık, okumalıydık. Ders boyunca babamın Kurtuluş Yayınları’ndan aldığı kitaplar geçti gözümün önünden. Ansiklopediler. Bizim evde bir gazetenin verdiği bir edebiyat ansiklopedisi vardı. “Hasanboğuldu”yu okumuştum Sabahattin Ali’den, bayılmıştım. “Dedim dedi” diye bir kalıpta şiirler vardı. Babama okurdum, gülerdik, çok tatlı geliyorlardı bana... Bunlar geçti aklımdan. Okumak o kadar da sıkıcı değildi aslında, diye düşündüm, hatırladım. Sonra ders biterken “Mesela Simyacı’yı okuyun” dedi. O zaman Simyacı çok satanlar listesinde sürekli bir numaraydı, duymuştum.

O hafta sonu Simyacı’yı aldım ve çocukluğumdaki o duyguyu yaşamanın hâlâ mümkün olduğunu görünce sevinçten delirdim. Okumaya başladım yeniden. Sofi’nin Dünyası diye bir kitap okuyunca da felsefe okumaya karar verdim. Son derece aceleci bir karardı ama asla pişman olmadım...

Sonuç olarak ben “eğitim sistemi” üzerine konuşulurken kâğıt üzerindeki ve değişmesi için uzun zaman gereken kurallardan evvel aynaya bakmak gerektiğine inanıyorum. Yaşadığım kırılma noktasının mucizevi olduğunu söyledim. Benim için kurtarıcı bir şey olduğundan mucizevi olduğunu düşünüyorum; ve bir de ne yazık ki, pek çok insanın sorumluluğunun farkında olmamasından ötürü bir öğrencinin başına bunun gelme olasılığı çok az olduğundan. Oysa, o basit sorunun cevabını yanlış biliyorlar. “Ben mi değiştireceğim?”.”Evet! Senin işin değiştirmek zaten”. Sanıyorum vicdanın ve aklın sustuğu bir noktada eğitimin değiştirmek demek olduğunu bazılarına anlatabilemek için bir çocuğu hamura benzetmek filan gerekebilir. Bu kadar “baştan” başlamak!

Bakışım belki umutsuz görünmüştür. Aksine, sürekli suçladığımız o malum kurallara ve işleyişe rağmen “Mümkün!” diyorum. Sanırım bu “umut” demek.

Saygılarımla,

Arzu A.

2 yorum:

  1. güzel yazmışsın, önce aynaya bakmalıyız fikrini çok doğru buluyorum. Bu yazının üzerine şunu söylemeliyim ki, senin öğretmen olman lazım daha doğrusu bu düşüncelere sahip öğretmenlere ihtiyaç var...

    YanıtlaSil
  2. teşekkür ederim. okurken güldüm bi', sevindim, zira halihazırda öğretmenim ben.

    YanıtlaSil