Ağustos 30, 2010

Eylülü Karşılama Komitesi



Daha evvelki bir yazıda bahsettiğim kırmızı başucu sürahim bardağıyla beraber kırıldı ey insan! Birkaç gün evvel "şangııırr!" diye indi yere durup dururken. Bir nazarı götürdü belki üstümden. Belki sadece kırılmak gelmişti içinden.

Şimdi ben bir eylüle bu "kırgınlık"la başlıyorum. Artık bir kırmızı başucu sürahim yok. Ama artık bir kırmızı başucu sürahisi anısı var içimde. Kendisinden güzeldir bence birçok şeyin anısı. Zihin içi duvarlarında asılı bu resimler değil mi beni bir gün "büyük" yapacak. Büyümek evet, o da bir umut. Her eylül içime dolan umut. Sonra yaşlandım hissine yerini bırakıyor, olsun, uğruyor ya!

Elimde kahvem, ferah mı ferah yeni ofisimde bir yeni yıla giriyorum bugün. Kahve kokusu, bir bambaşka gün ışığı gibi ciğerlerime yayılıyor. Benim yıllarım, eylüllerde başlıyor ey insan! Benim adım her yıl eylülde yeniden konuyor. Bu yıl benim adım Arda. Babam başka bir kelimeyi seçmişti 28 yıl evvel oysa.

Mutlu yıllar ey insan! Düşen yapraklarla başlayacak bir kere daha hayatımız.

Ağustos 27, 2010

Kirpi İçin


1.
"ben korkağım" dedi kirpi. "korkak olacağımı önceden pek iyi bilen tanrı-herşeyi bildiği gibi tıpkı- bana bu dikenleri verdi. uçları ne güzel, sivri sivri. siz dikensiz hayvanlar, zannedersiniz ki diken sadece batar. sadece battığına acı verir. hemen size sırtımı göstereyim o zaman. şu üstü yara bağlamış yarıktan başka kaç delik var orda? sayamazsın? çünkü senin sadece matematiğin var. biliyor musun, matematik bazı şeyleri saymana yetmez. kendinle bu kadar övünüyorsan, dünyaya birşey de vermelisin. korkmuyorsun madem, buralardan gitmeden ruha da bir matematik kurmalı; her bir tanıdığına öğretmeli, hem toprağa hem suya derin nefesler çekip üflemelisin bu matematiği. o yarıktan sızan kanla yapamadığım şeyi, sen bu matematikle yapabileceksin ümid ederim ki.

hayatımda defalarca diken batırdım-inşallah bir gün sen de sayacaksın. Pek çoğunda yalnız, birisinde aşıktım. yalnızken gördüğüm karanlık rüyalardan sonra önüme çıkan zavallı hayvanlara batırmaya kalkıştığım dikenlerim- ah o kadar acemiydim ki- koptu çıktı yerinden. hayvancağızlar, çekti çıkardı hemen onları batırdığım yerlerinden. ama delik, kaldı öylece; bende de onlarda da. gelgelelim, aşıkken olan biten bambaşka rüya oldu başıma. "seviyorum seni" dedi. "ben de" diyecektim, yanaştım. biraz daha yanaştım. utanıyorum şimdi ama, sevişiriz belki diye de geçti aklımdan. az daha yanaşınca, belki üç belki beş belki sonsuz diken saplandı göğsüne. yazık, çok korktu, çok alındı, çok öldü öyle. ben ne yaptığımı bilmez, çekildim hızlıca, o batanlar da koptu geldi zaten sırtımdan. koca bir yarık. zaman zaman kanatayım da aşkı anlayayım diye kaldı sırtımda. bak. kalmış mı? kalmış."

sonra kirpi yavaş yavaş uzaklaştı. yaşadığı yere gitti. kirpileri tanımayan dikensiz hayvanların adını bile bilmediği yere. “zaten” diye geçiyordu aklından da, “burası yaşamak için. adını bilmek sadece kafasının ne işe yaradığını bilmeyen dikensiz hayvanlar içindir.”

2.
kirpi-korkak- bir sabah uyandığında gördüğü dünyanın bir evvelki gün gördüğü ile tamamıyle aynı olduğunu fark etti. şimdiye dek hep yeni sabahlara, başka güneşlere, daha iyi insanların attıkları çöplerle yahut daha kötü zamanların estirdiği rüzgarlara uyanmıştı. şimdiye dek hep ve mutlaka en az bir şey değişmişti. haldır huldur, ama değişmişti. kirpi-korkak, evet- her zaman bu değişmenin dünyanın kaderi olduğunu düşünmüş, umudu olabileceğine de inanmıştı. acziyetin bu garip kılığında nasıl bir yaşam sürülür ise, kirpi de işte o civarda bir sükunet içinde, aşağı yukarı o kadar bir kıpırtıyla ayaklarını yere basıyor, dikenlerini dik tutmaya gayretleniyordu. oluyor muydu? elbette olmuyordu.


açtı gözünü, bir de baktı ki, bu uyandığı dünya tamamen aynı idi bir öncekiyle. takvim başka bir günü gösteriyordu, göğün rengi nispeten daha karanlıktı filan ama nihayet evvelce değiştiğine şahitlik ettiği ve ancak böyle “yaşıyorum ben” dediği o şeyler bu kez değişmemişti. değişseydi keşke. bari kötüye filan gitseydi. ama vakit, tarihin en büyük kazığının vaktiydi belli ki. zaman, akmam demişti.

niye buydu ki yol, öyle değil mi? niye buralara gelmişti. dolambaçlar dolambaçlar dolambaçlar, hiç yoktan mı sıraya dizilmişti.

3.
birazdan birisi bir kirpinin üzerine basacak. dünya değişmeyecek. zaten dünya şimdiye dek hiç değişmediği gibi, bundan sonra değişmek için de bir kirpinin üzerine basılmasını beklemedi. dikenlerin ezilirken çıkardığı sesin ya da diplerinden sızacak üç dört damla kanın neye yarayacağını ben bilemem. ama sen birazdan şunu iyi anlayacaksın ki bir kirpinin ezilmesinde senin için ve benim için bir anlam var. senle beni burada karşılaştıranın, çakıştıranın, yüzyüze bırakıp kara kara düşündürenin ne olduğunu bilmene de az kaldı. bir şeyi aklında iyi tutmalısın. eğer bir gün sana “onu neden öldürdün” derlerse, “sen o kirpinin üzerine neden bastın” de. her bir kirpi için bir cinayet işlemeye hakkımız var. ne bundan, ne de cinayet derken ne kastettiğimden şüpheye düş. cinayet derken o karanlık gecelerde başına geleni değil, onların her gün aydınlıklar içinde hep yeniden gördükleri şekerli şeyi kastediyorum. aynana bakmak için acele et, hatta koş. şimdi senin içinden oraya aksediyorum.

Ağustos 25, 2010

Dersi Önüne Bakarak Takip Eden -Çünkü Duyduğu Her Şey Üstüne Sıkıntılı Sıkıntılı, Derin Derin Düşünen-Holden İçin

Edip Cansever

NE GELİR ELİMİZDEN İNSAN OLMAKTAN BAŞKA

1.


ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey ! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor
avuçlarım"
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park
bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi
sallanaraktan

bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda
aranan
korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe
ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan
olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla

kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza
örneğin bir kahve falı ? az müzik ? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım
ayrıca
- dört kişiyiz!
- hayır on!.
- bin kişiyiz!
- bana kalırsa..
ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir
unutulmaya
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz ? ne tuhaf biraz
anlıyorum

- üç karo!
- pas diyorum!
- susalım baylar, dört kupa!
ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz ? susalım!
susalım-niye susalım-anılar mı dediniz ? ne sesli bir
vuruşma!
ya sonra ? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla.. yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum-sahi mi- ama isterseniz siz olun
siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza
yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
gibi oyalansanıza
biraz oyalansanıza.

bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka

ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda

kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanla

Umm

1.

Sen hayali kurmazsın ki, hayal seni kurar.
"Sen" diye bir şey varsa, onun elinden çıkar.


2.

"Düş" neyin eş anlamlısıdır ey insan? Hayalin mi, rüyanın mı? İkisi o kadar ayrı şeyler ki. Dikkat et, ikisi için de kullanıyorsun.

Ağustos 23, 2010

Dünyanın Kapıları

sana diyorum "sakin", bi' sıfatım olsana.
ve sen, ey heyecan, azcık rahat dursana!


[dünyanın kapıları önünde zıplamaktan yorulmak. anlamak ki, o kapılardan kimisi, içeriye girmek içindir.]

Ağustos 18, 2010

Anagram Bookshop



Google'da gezmenin bin türlü yolu var. Benim en bayıldığım yolu aklıma gelen bir kelimeyi yazıp görsellere bakmak. İşte bir gün... Ehehe.

"Anagram" yazdım. Ne bileyim aklıma öyle geldi işte. Birkaç grafik tasarım şahanesi gördüm ve üstüne gittim. Meğersem Prag'daki bir kitapçının reklamı imiş efem bunlar. "Anagram Bookshop".

İşte size bu resimleri göstereyim istedim. Her birinin üzerindeki slogana dikkat: "Words creates worlds". (Kelimeler dünyalar yaratır)






(Şahsi favorim bu sonuncusu. Vahovv!)

Ağustos 15, 2010

Annemle Babamın İstanbul Hakkındaki Görüşleri



Yıllık iznimin ikinci pörçüğünü yine Ankara'da geçirdim. Yine İstanbul kötülendi, ben dinledim. Yine bir yerden sonra patladım, delirdim.

- Kızım çok kalabalık yaaaaa. (Annem)
- Sen bizi sevmiyorsun zaten, kaçacak delik arıyorsun. (Babam)
- Yavrum güzel şehir, gezmeye güzel ama. Yaşanmaz. (Hemfikir oldukları ender noktalardan biri.)
- Bak bak, gördün mü gene büsssürü hırsızlık bilmem ne. Cık cık cık. (Babam)
- Yavrum sakın sıcak filan diye camların açık yatma. Sakın ha yavrum. Sabah kalk duş al sıcaksa. Canından kıymetli değil. (Annem. Ki nasıl bir zihin akışıdır, acayip. helal valla. Serinlemek ve can güvenliği dünya tarihinin herhangi bir noktasında karşılaştırılmış mıdır ki evvelce?)


Maaan. Daha uzar ama esas söyleyeceğim şu: Anlamadığınız şudur sayın ebeveynim. O bahsettiğiniz tüm kötü şeylerin içinde ben de varım. İki yıldır varım. O TV.de gördüğünüz şey, biraz da benim. Ben, artık istanbul'da bir parçayım. O kalabalık var ya, gürültü. Hah. Beni görmek isterseniz ona bir iyice bakın.

Mut-lu-luk budur ey insan. "Ben buraya aitim" diyebilmek.

Merhaba yeniden. Back in town.

Ağustos 06, 2010

Hocama Mektup

Mektup seviyorum. Daha önce bundan söz etmiştim sana ey okur. Gün içinde usb bellek içerisinde bir şey buldum. Sana onu göstericem. Bir hocamız geçen dönem, eğitim sistemi ile ilgili eleştirilerimizi merak ettiğinden bir ödev vermişti. Eğitim hayatınızı anlatan bir mektup yazın bana, demişti. Neden mektup olarak istedi, bilemiyorum. Yazmıştık işte. Hoca bunları topladıktan sonra okumadı. Biri okusun istedim ben de. Bir şey söylemeye çalıştıysam ve kimse dinlemediyse, yahut anlamadıysa rüyada haykırıp bir türlü ses çıkaramadığım zamanki gibi hissediyorum.




Değerli Hocam,

Yirmi birinci yılında bir eğitim hayatı için söylenecek pek çok şey vardır elbet. Yirmi bir yıl boyunca karşılaştığım, keşfettiğim, maruz kaldığım binlerce şey var, pek çok deneyim. Bana kalırsa tüm bunlardan hareket ederek eğitim ile ilgili eleştiri getirilecekse, bu iki türlü yapılabilir. Birincisi Türkiyedeki eğitim sistemine yönelik, işletilen kurallar temelinde ortaya konacak eleştiriler iken ikincisi tamamen bahtımın rüzgârınca şekillendirilen kendi eğitim sürecim ile ilgili çeşitli durumlar olacaktır. Bilhassa bu ikinci boyut bana kalırsa bir insan için çok daha düşündürücü ve öğreticidir. Türkiyedeki eğitim sisteminin yaratıcı düşünceyi geliştirmeye yönelik olmadığı hep konuşulur mesela; ya da son yılların gözde meselesi üniversiteye giriş. Bunlar ve daha pek çok durum için söylenecekler vardır. Ancak inandığım odur ki, benim bunları dile getirmem zaten konuşulan, dillere pelesenk olmuş beylik lafları tekrarlamak demek olabilir. Madem eğitim sistemini ezberci buluyoruz, evet ben de buluyorum, o zaman ben en azından eğitim sisteminden söz ederken çelişkiye düşmemeli, kalıp sözleri yinelememeliyim. Kendi deneyimimden hareket edip tek bir an bile söz konusu olsa, onun anlamını yahut anlamsızlığını tartışmalıyım.

Eğitim sürecinin ailede başladığı malum. Yedi yaşında bir çocuk okula ilk gittiği gün, çantasında kitaplarından abaküsünden ya da kalem kutusundan başka, bazı ön yargılar ve alışkanlıklar taşıyor. Evinde bir kütüphane olan çocukla, üçten fazla kitabı okul kütüphanesinde ilk kez bir arada görecek çocuğun aynı ruh haliyle okula gitmesi olanaksız. Ama yine de okulun rolü bu ufak ön yargıları neredeyse hiç düzeyine indirecek ölçüde. Yaşadıklarım bunu gösterdi, bunu öğretti bana.

İlkokula, okumayı bilerek başladım. Bu ne kadar iyi bir şeydi bilemiyorum. Komşunun çocuğunu kıskandım diye annem müthiş bir çabayla okumayı öğretmişti bana. Oldukça ironiktir ki annem ilkokul mezunu ve hâlâ okurken tekliyor. Bana okumayı nasıl öğrettiğini zerre kadar hatırlayamıyorum. Bunun, annem gibi bir insanın hayatındaki en büyük başarılardan ve özverilerden biri olduğuna inanıyorum.

Yarım adım da olsa ileride başladığım ilkokul yaşamında iyi bir öğrenci oldum. Çok kitap okudum mesela. Notlarım genellikle iyiydi. Ne zaman ki dördüncü sınıfta bir yıl boyunca bize aile albümlerini gösterecek bir öğretmene düşeceğim okula naklimi yaptırdık, o zaman benim için pek çok şey değişti. Hâlâ Türkiye’de, hâlâ devlet okulundaydım. Söze başlarken bahsettiğim ilk ölçüt açısından koşullarda bir değişiklik yoktu. Aynı eğitim sistemi. İkinci boyut olarak dile getirdiğim mesele, yani bireysel olan tarafı, benim hikâyemde tam da eğitim sisteminin asıl eleştirilecek yanını teşkil ediyor. Adını hatırlamadığım bayan öğretmenim, bir tek gün bile ders anlatmadı. Herkese beş verdi. O zamanlar muhtemelen bu bizi çok mutlu etmişti. Beşinci sınıfta okula yeni gelen ve son derece disiplinli bir hocadan ancak üç ve dört alabildiğimi gördüğümde öz güvenim harap oldu. Kitap okumayı zaten bırakmıştım, iyiden iyiye koptum. Yılda bir roman filan okumuşumdur herhalde ortaokul hayatım boyunca.

Yapmaya çalıştığım şey birini suçlamak değil. Eğer öyle olsaydı da hocamdan ziyade, oldukça saçma bir işleyişi olduğunu düşündüğüm müfettişlik sistemini suçlardım sanırım. Lisede benzer bir coğrafya hocam da olmuştu. Bu iki tecrübeye dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: halihazırdaki teftiş sistemi ile bir müfettişin bir öğretmenin derste ne yaptığını öğrenmesi kesinlikle olanaksız. Öğretmen, ne zaman müfettiş geleceğini biliyor çünkü. Bu benim eğitim hayatımda gördüğüm en acıklı çelişkidir.

Ortaokulda disiplinli hocalarım oldu, notlarım da düzeldi. Ama şimdi dönüp o halime baktığımda net olarak görebiliyorum ki, hevesimi kaybetmiştim. Hiçbir zaman tembel olmadım, ama zaten olamazdım. Çünkü ailem beni ellerinden geldiğince doğru yönlendirmişti; mesela ödül diye lunaparka filan götürülmedim pek, genelde ödülüm kitaptı. Bunun zihinde belli bir alt yapı kurduğu kesin. Eğer öyle olmasaydı ben büyük ihtimalle bahsettiğim öğretmenimden çok daha büyük yaralar alacaktım. “Öğretmen” ve “yaralamak”. Bu da bir başka acıklı çelişki...

Ben felsefe bölümü mezunuyum. Hikâyenin burasında görülen o ki, böyle bir çocuk için “hayal” felsefe okumak olamaz. Doğru, değildi de zaten. Öğretmen olmak isterdim. Öğretmen olmak istememin herhangi bir gerçek nedeni yoktu. Dersleri iyi olan ortalama bir kız çocuğu doktor olamazdı. Akla doktorluktan sonra gelen şey de öğretmenlikti.

İlkokul dördüncü sınıftaki öğretmenimin bir yılda yıktığını lisede, ikinci sınıfta bir nöbetçi öğretmen bir ders saatinde mucizevi biçimde yeniden inşa etti. İşte asıl bu yüzden eğitim sistemini eleştireceksek bence, yıllarca yüzlerine baktığımız öğretmenlerimizle müdürlerimizle ilgili konuşmalıyız. Bir tek insanın bir anda, her şeye rağmen bir şeyleri değiştirebileceğine yürekten inanıyorum. Eğer “eğitim sitemi çürük” nakaratıyla yaşamaya devam edersek bu sistem içinde çalışan kişilerin vicdanı gereksiz bir rahatlığa kavuşuyor. “Ben mi değiştireceğim?”. Aslında cevabından emin oldukları bu basit soruda tekliyorlar. Bu sorunun cevabı “hayır” olsaydı zannetikleri gibi, benim hikâyemin sonu bu olmazdı.

Dediğim gibi, lise ikinci sınıftaydım. Bir dersimiz boştu, hocamız rahatsızlandığı için gelememişti. Genelde boş derslerde nöbetçi hoca yollamaya çalışırlardı. Birden fazla boş sınıf yoksa, bu mümkün oluyordu. O derse de işte, bir bayan hoca gelmişti. İlk kez gördüm onu o gün, düz lisedeydi dersleri galiba. Benim dönemimde “düz lise” ve “süper lise” diye bir ayrım vardı. Aynı bahçeyi paylaştığımız kardeşlermiz bize nefretle bakardı. Matematiğimiz yahut coğrafyamız daha iyi diye bizden neden nefret ettiklerini o zaman anlamazdım. Şimdi çok iyi biliyorum. Çünkü onlara hayat hakkında hiçbir fikri olmayan birileri, sadece matematik bilirlerse “adam” olacaklarını söylüyordu. Bilmedikleri için de aşağılanıyorlardı. Halbuki aramızdaki fark sanırım evdeki kütüphane ile simgelenebilecek ve “kader” kavramıyla açıklanabilecek bir şeydi olsa olsa. Ailemizi seçmeyiz; sanırım bu kardeşlerime böyle davranan ve onları ebediyen bir derin çukura gönderen, nefret aşılayan, dışlayan birileri bu basit gerçekle bile yüzleşememişlerdi. Herkes kazanılmaz belki, ama koskoca okulda bir bina iyi, bir bina da kötülerden oluşamaz. “İnsan” hiç böyle bir şey değildir.

İşte, düz liseden gelen hoca, boş boş başımızda oturup “Susun be!” diye bağırmaktansa bize bir şeyler anlatmıştı. Kitap okuyor musunuz diye sordu. Bütün ders neden kitap okumamız gerektiğinden bahsetti. Biz zeki çocuklardık, okumalıydık. Ders boyunca babamın Kurtuluş Yayınları’ndan aldığı kitaplar geçti gözümün önünden. Ansiklopediler. Bizim evde bir gazetenin verdiği bir edebiyat ansiklopedisi vardı. “Hasanboğuldu”yu okumuştum Sabahattin Ali’den, bayılmıştım. “Dedim dedi” diye bir kalıpta şiirler vardı. Babama okurdum, gülerdik, çok tatlı geliyorlardı bana... Bunlar geçti aklımdan. Okumak o kadar da sıkıcı değildi aslında, diye düşündüm, hatırladım. Sonra ders biterken “Mesela Simyacı’yı okuyun” dedi. O zaman Simyacı çok satanlar listesinde sürekli bir numaraydı, duymuştum.

O hafta sonu Simyacı’yı aldım ve çocukluğumdaki o duyguyu yaşamanın hâlâ mümkün olduğunu görünce sevinçten delirdim. Okumaya başladım yeniden. Sofi’nin Dünyası diye bir kitap okuyunca da felsefe okumaya karar verdim. Son derece aceleci bir karardı ama asla pişman olmadım...

Sonuç olarak ben “eğitim sistemi” üzerine konuşulurken kâğıt üzerindeki ve değişmesi için uzun zaman gereken kurallardan evvel aynaya bakmak gerektiğine inanıyorum. Yaşadığım kırılma noktasının mucizevi olduğunu söyledim. Benim için kurtarıcı bir şey olduğundan mucizevi olduğunu düşünüyorum; ve bir de ne yazık ki, pek çok insanın sorumluluğunun farkında olmamasından ötürü bir öğrencinin başına bunun gelme olasılığı çok az olduğundan. Oysa, o basit sorunun cevabını yanlış biliyorlar. “Ben mi değiştireceğim?”.”Evet! Senin işin değiştirmek zaten”. Sanıyorum vicdanın ve aklın sustuğu bir noktada eğitimin değiştirmek demek olduğunu bazılarına anlatabilemek için bir çocuğu hamura benzetmek filan gerekebilir. Bu kadar “baştan” başlamak!

Bakışım belki umutsuz görünmüştür. Aksine, sürekli suçladığımız o malum kurallara ve işleyişe rağmen “Mümkün!” diyorum. Sanırım bu “umut” demek.

Saygılarımla,

Arzu A.

Ağustos 05, 2010

"Düşünce ... Zaten"

I. Kısım: Düşmek ile İlgili Bir Konu

Rüyamda düşüyorum hep, diyenler vardır dünyada. Bunlar rüyada düşmeye bir anlam yüklemek eğilimindedirler. Ki sen bu insanları git, ara, bul ve hayatının çelmesini tak; bak bakalım “Gık!” diyecek mi. Demez. Onun derdi rüyayla. Yani ne bileyim, öyle bir anlatırlar ki mesela, sonuna kadar açılıp tavana dikilmiş gözlerle. Acaba, dersin birazdan bu ağızdan çıkacaklar ne. Rüya deyince yamulmayan insan eksiktir zaten kanımca. Gerçeği sıkı sıkı sarmış, bir yerlerden usul usul kulağına çalınan saçmasapan ninnilere senkronladığı ağzını bir o tarafa bir bu tarafa doğru eğmeyi “merak” yahut “ilgi” bellemiş zihinle işim olmaz. Merak ediceksin arkadaşım. Uykun kaçıcak. Gece 3’te zart diye fırlıcaksın o yataktan, ulan diyeceksin, acaba hayatın anlamı ne. Evet, uçacaksın. Delireceksin; -varsayalım yaşıtız- yirmi sekiz sene delirmediğin hata!

Umm. Neydi bu dağılan konu. Rğyasında düştüğünü anlatanlar. Aslında değil. Onlar konu açanlar. Sağ olsunlar da, esas mesele şu: Rüyada düşmek acayip bir şey bence. Hem kendi acayip, hem adı acayip.


“Rüya”da “düş”mek. Düşte rüyamak.

Hatta “rûya”mak.

“Rûya ey insan!”

Düşene gülmek vardır ya. O da oturuyo mesela cuk diye. Deliye gülmek gibi. Acırsın falan ama gülmek istersin. Acırsın evet. Kötüsün işte. Ne ki birilerinde kötü kötü ıyk deyip kınadığımız hâller de zaten? Bir cinayet ile mahallenin delisinin arkasından kıkırdamak arasında belirgin bir fark gören beri gelsin. Gelsin de gözlüklerimi ödünç vereyim. Sık kullanmıyorum zaten. ben gerçekten ziyade hayali, görmekten ziyade “yazmayı” severim. E tabii, burnu boktan çıkmaması tabiatiyle bundan.

Yani işte, “Rûya ey insan”. Düş. Düşsene hadi. Söz gülmicem!


II. Kısım: Konu Düşmeye Nasıl Geldi?

Yukarıda bahsettiğim, rüyasında sık sık düşen insanlardan birisi olan sevgilim, şöyle bir detay vermişti: Her zaman düşmüyormuş ama düşebileceği tüm koşullar hep hazırmış. Yüksek bir bina vs gibi. Bu da sürekli bir düşüyorum / düşeceğim / düş / düş / düş diye akan bir zihin yaratıyor onda anladığım kadarıyla. Bunun üstüne işte demişti ki, “Düşünce düşmüş oluyorsun zaten”. Hımm. Bu cümle bana yukarıdakileri çağrıştırdı işte bi anda. “Düşünce düşmüş oluyorsun”... Şey gibi, “Ancak düşerek kurtulabilirsin düşmekten”.Bilmiyorum bunu düşünmüş müydü. Ama ben böyle anlıyorum onu. Ve bir de şunu ekliyorum: “Keşke düşmekten başka bir yolu olsaydı düşmenin”.